1938’in o kara yazında, Zel altından, Kome Şiye ormanının kıyısından bir kafile geçiyor. Kafilede sadece yorgun kadınlar, elde değneklerle yaşlılar değil, kucaklarında ve kundakta bebelerini saklayan genç gelinler de var. Gökyüzünde yaz sıcağı ve pırıl pırıl bir güneş var ancak bu kafile günlerdir kuytu bir yer arıyor. Peşlerinde sesleri belli belirsiz işitilen fakat köpekleri yılmadan havlayan başka bir kafile var.

İlk kafiledeki insanların üstleri perişan, çok açlar, uzun zamandır sıcak bir kap yemek yemediler, yalnız kucaktakiler değil, kafiledeki tüm çocuklar sık sık ağlıyor. Nereden gediklerini çoktan unuttular; köylerinden kaçtıkları gün yüzyıl öncesinde kalmış sanki, daha kötüsü bu yürüyüşün nerede ve nasıl biteceğini de bilmiyorlar.

İkinci kafile boz üniformalılardan oluşuyor. Canlı her şeye ateş açma emri almışlar. Bir temizlik harekâtı emri veren ordu merkezinin isteklerini harfiyen yerine getiriyorlar. Hepsi genç, karınları tok, silahları parlıyor, çelik adımlarla yürüyorlar. En önde, her şeyi koklayan ve saklananların yerini göstermekte kararlı avcı köpekleri, yukarıda Zel’in üstünde çadır açmış karargâhları var.

Kafilede hiç durmadan ağlayan bebek bir yaşını henüz geçmiş halde, dayısı Ali ağlayan çocuğun sesine köpeklerin gittikçe yaklaştığının ve aradaki mesafenin kapanmakta olduğunun farkında, Zeyne’ye sesleniyor, laze ho bıerze, ma kısene1. Ama Zeyne göğsünde taşıdığı çocuğa daha sıkı sarılıyor. Tam Deşt’in altındaki uçurumun önünden geçerken, Ali birden kadının göğsündeki çocuğa alıyor ve aşağıya atıyor. Bir anda bebeğin ağlamasından kurtuluyorlar.

Bebek sessiz bir çalılığın içinde, etrafından devamlı kan kırmızı karıncalar geçiyor, gece olduğunda bin tane gece kuşu şarkı söylüyor ona. Ama Zeyne bir anne, aklı bebeğinde, her şeyi göze alarak iki güne Deşt’in altındaki uçuruma geri dönüyor, bu defa tek başına, bebeğini kurda-kuşa bırakmadan gömmek istiyor. Bebeğin atıldığı yere -dilinde ağlamalar ve dualar eşliğinde- vardığında bebeğin sağ olduğunu görüyor ve onu göğsüne bastırıyor.

İlerleyen haftalarda, o kafile ve başka pek çok kafile, gruplar halinde yakalandıkları yerde, Munzur kıyılarında kurşuna dizilecekler -o bebeğin babası, dedesi, dört bacısı, dört amcası, dayılarının tümü, dayı çocukları da dahil- 1938’de kurşuna dizildi ama o bebek dahil bir kaç kişi dağlarda saklanmayı, ordu karargâhının ilan ettiği af çıkana kadar saklanmayı başaracaklar. Sonra Amasya Suluova Uzunova köyüne sürgün olacaklar. Küçük bebek, orda büyüyecek, okuma öğrenecek. Ama bu çok sürmeyecek, on yıl sonra çıkan yeni bir afla, Haydaran’a dönecekler.

Sonra o çocuk bir genç olacak, evlenecek, ilk evlatları olacak, evine ekmek götürmek için bir şehir olan Kalan köyünde bir fotoğraf stüdyosu açacak. Uçurum altından Suluova’ya dünyaları dolaşmış çocuk, buraya Derya adını verecek.

Biz, öncekiler, sonrakiler ve bugünküler, siyah örtüler altındaki o kameranın önünden, Derya’dan geçeceğiz. Başında fötr ve sekiz köşeliler, Alamanya’dan gelenler, Zel’den inenler, şehirdekiler, saçları briyantinli fırlamalar, yeniyetme gençler, güzel kadınlar, resmi bir kayıt -okul, askerlik, sınav, evlilik- için o kameranın karşısında kımıltısız duracaklar. O, tertemiz kıyafetler -ve umumiyetle takım elbise- altında, tozlu saçları, tuhaf bakışları, yaralı ruhları -bazen de kendisiyle aynı kaderi paylaşmış, elleri, kolları sakat kalmış yaşlıları- ve hepsinin kulaklarına fısıldanmış o eski hikâyeleri görecek, çekecek.

Bir sabah vaktiydi, mevsim kışa dönmek üzereydi, uçurum altında iki gün yapayalnız kalan ama hayata tutunan o çocuk öldü. Geride oğullar, kızlar, torunlar bırakmıştı. Sadece kuş ve top seslerinin duyulduğu o sessiz iki günden bu yana seksen dört yıl geçti. Ve nihayet, o sene kaybettiklerine kavuştu.

Hıdır Demircan amca, bizden selam et onlara, velhasıl uzun söz gerekmez, kederli hikâyen geçen yüzyılın bir aynası ve hayatımızın kısa özetidir, ruhun şad olsun…


1Çocuğu at, bizi kıracaklar