Kül rengi bulutlarla kaplı bir gökyüzünün altında yürüyordum, çocukluğum geliyordu aklıma, eve çamurlu postallarıyla giren askerlerin yasak kitap aradığı günler. Behrengi’nin ‘Küçük Kara Balık’ kitabını bulup alacaklar diye korkmuş muydum? Ece Ayhan, “fakir kuş hiç unutmaz, kitapların yakıldığı yıldı” dediği... Nazi Almanyası’ndan daha çok kitap yakılmıştı. Sonra Ahmet Kaya’nın şarkıları geliyordu kulağıma, cezaevinde Türkçe bilmeyen annesiyle telefonda Kürtçe konuştuğu için dövülerek öldürülen o genç... İşkencede öldürülen, sakat bırakılan yüzlerce insan; duvara “barış” yazan lise öğrencisinin tutuklanıp işkence gördüğü, yaşı büyütülerek asılan... Sonra da Ertuğrul Özkök gibi biri çıkıp, rahmet diliyor arkasından, ülkeyi kurtardı diye. Ülke, yaşı büyütülerek Erdal Eren’in asılmasıyla, yüzlerce insanın işkenceyle öldürülmesiyle, on binlerce kitabın yakılmasıyla kurtulmuşsa eğer, çocuklar öldürülmeye, sansür ve yasaklar devam ettiğine göre, Özkök’ün kurtuldu demesi daha erken.

Olivier Roy gibi karamsarlığa kapılıyorum bazen. Metis’ten çıkan ‘Kayıp Şark’ın Peşinde’ adlı kitabında “Hayat artık korkutuyor” sözünü okuduğumdan beri, Roy bile korkuyorsa artık, umutlu olmak adına bazı şeyleri hafife mi alıyoruz diye düşünmeye başladım. Daha önce bu köşede bahsettiğim Ernst Bloch’un ‘İzler’ adlı kitabındaki hikâye geldi aklıma, boynumdaki yağlı ilmeği gevşetmeye çalışmaktan yorulmuş olmalıyım.

Bloch, karnını doyurmak için savaşa giden askerlerin arasına katılmak isteyen yoksul bir gençten bahseder kitabında. Askeri bölüğün komutanı olan Yüzbaşı, cesaret sınavından geçirmek ister asker olmak isteyen yoksul genci. Hem askerlerini eğlendirmek, hem de erkekliğini ispatlamak isteyen Yüzbaşı, cebinden çıkardığı kısa urganı tavandaki kirişe asar ve o yoksul gence babacan bir ses tonuyla “Gel bakalım buraya oğlum” der ve fıçının üzerine çıkıp ilmiği boynuna geçirmesini ister. Yoksul genç, bu babacan Yüzbaşı ne derse onu yapar, hatta diğer askerlerin şakalarına karşılık vererek eğlenir ilmiği boynuna geçirirken. Yüzbaşı, ucunu tuttuğu urganı yavaş yavaş çeker ve yoksul gencin boynunu sıkmaya başlar ilmik. O yoksul genç, canı yansa, nefes almakta zorlansa dahi, fıçının üzerinde şakalar yapmaya, yapılan espirilere gülmeye çalışır, ama Yüzbaşı daha da ileri gidip fıçıyı tekmeler. İpin ucunda inleyen genç, hâlâ Yüzbaşı’ya bakarak gülmeye çalışıyordur. Öyle ya, bu bir cesaret merasimiydi ve eğleniyorlardı hep birlikte. Yüzbaşı, askerlerini alıp o yoksul genci ipin ucunda bırakarak çekip gider ve giderken de kahkaha atarak “Şimdi bu yoldan ilahi ordu birliklerine gidiyorsun” der. Askerler toparlanıp giderken, yoksul genç hâlâ Yüzbaşı’nın yaptığı o son espriye gülmek için çırpınır.

Her şey bir şaka gibi yaşanır ve bizler o şakalara gülerken, boynumuzdaki ilmek de sıktıkça sıkıyor artık. Olivier Roy’un Fransa için söylediği şu sözleri, yaşadığımız ülke için de söyleyebiliriz: “Her hâlükârda Fransa’daki entelektüel tartışmanın daralması, seçkinlerin bir kısmının kırgın, lanetleyici, özellikle de entelektüel açıdan boş bir muhafazakârlığa dönmesi, solun –yani soldan kalanın- ‘fobik’ bir laiklikten çıkamaması, ya usanç verici bir çokkültürcülüğe ya da teşne bir komploculuğa gömülen radikal solun terk edilmişliği karşısında duyulan belli bir bezginlik. Hayat artık korkutuyor gibi. İstihzanın yerini kinaye aldı ve gitgide daha yapışkanlaşan, hatta nefret saçan bir ağırlık her tür varlığı ya da söz hafifliğini kovdu sanki. Kısacası, bir hınç ve mızmızlık Fransası.”

Bu hınç ve mızmızlık Türkiyesi, 7 Haziran’da kendisine bir çıkış yolu bulabilir mi bilinmez. 2013’teki Haziran’da, radikal değişimin önü açılmış olsa da, 12 Eylül, bütün kurumları ve siyasetiyle varlığını korumaya devam ediyorken, durumumuz boynunda ilmek olduğu halde gülmeye çalışan o yoksul gençten hiç de farklı değil. Soma’daki maden faciasında ya da Roboski’de olduğu gibi, defalarca altımızdaki fıçıya tekme vurulmuşken...


Balıkçılar kahvesinde kül rengi bulutlarla kaplı gökyüzüne bakarken, Turgut Uyar’ın dizeleri geçiyor gözümün önünden: “ben şimdi diyorum ki / buna inanmak gerek / bir susam gibi boyuna sulamak umutsuzluğu / ve direnmek / hep direnmek...”