15 yıl oldu. Hrant’ı tabanı delik ayakkabısıyla Agos’un önündeki kaldırıma düşürüşümüzün 15’inci yılıydı dün.

Evet, düşürüşümüzün!

Aradan 15 yıl geçti ve onu yere düşüren mermiyi ateşleyen elin ardındakileri örten karanlık perdesi hâlâ kaldırılamadı.

Bir “yaşı küçük katil” var ortada apaçık, bir de biz! Bir zamanlar bebek olan katil ve bir bebekten katil yaratan karanlığı yırtıp dağıtamamış olan biz.

15 yıl önce memleketin dört bir yanından gelerek İstanbul sokaklarında Hrant’ın ardından yürürken o kadar çoktuk ki biz. Bütün farklılıklarımızla, bütün renklerimizle bir arada yürüyorduk. Sağdan, soldan, Kürt’ten, Türk’ten, Ermeni’den iyi insanlar… Birlikte yürüyorduk.

Bir yanım Hrant’ı katleden karanlığın ağırlığıyla boğulurken, bir yanım da o karanlığı yırtıp dağıtacak bir buluşmayla umutlanıyordu.

Hrant da, arkasında yürüyenlere bakarak, bütün bir hayatı boyunca hayalini kurup mücadelesini verdiği Türk ve Ermeni halklarının kardeşliğini, dostluğunu giderayak gerçekleştirdiğini gördü belki.

Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatmak için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır” diyebilen ve Türkiye’nin en fazla gereksinim duyduğu şeyleri söyleyebilen bir şanstı bu ülke için Hrant.

Bir yanı dikkat, bir yanı ürkek, bir güvercin gibi, güvercinlerin özgürlüğüne özenerek ve insanların güvercinlere zarar vermediğine güvenerek yaşadı aramızda.

Bir bıçak sırtında yaşadı; bu tarafa düşse kendi soyunu inkâr etmiş olacağını, o tarafa düşse Türkiye’de birlikte yaşadığı insanları üzeceğini dert ederek, hep bıçağın sırtında durmayı yeğleyen biri olarak.

Yurtdışında Türkiye’yi ipe çekmeye hazır kalabalıklar karşısında bile; “Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Böyle algılarız ve böyle davranırız” diyebilen bir yurttaşıydı bu ülkenin. Türkiyeli ve Ermeni’ydi. Buydu kimliği.

Bu kimlikle, birbirimizin doktoru olup yaralarını sağaltalım diye “Türk’ten boşalacak o zehirli kan” diye kurduğu, sıradan bir aklın kolaylıkla anlayabileceği bilgece cümlesi nedeniyle linç edildi. Oysa, dert ettiği Türklerin Ermenilere dönük paranoyasından, Ermenilerin de Türklere dönük travma ve korkularından kurtulmalarıydı.

Acısını onurla sırtında taşıyan ve kimsenin çıkarına meze etmeyen bir yurttaştı Hrant. Türklerle yaşamayı şans sayıyordu. Ancak birlikte yaşamak karşılıklı olarak içimizde büyüttüğümüz öfkenin panzehri olabilirdi.

Bu topraklara o kadar tutkundu ki, gelip ta dibine girecek kadar, o yüzden Sivaslı amcanın “su çatlağını buldu” deyişini en çok ve en iyi o hissetti yüreğinde.

Kötü ya da iyi olmanın Ermeni ya da Türk olmakla ilgili bir şey olmadığını biliyordu. Etrafında çok iyi Türk vardı. İyi ya da kötü olmak, ideolojiler, etnik, dini veya cinsel kimlikler üstü bir şeydi.

Ben hiç kötü Ermeni tanımadım, olmadıklarından değil ama etrafımda kalmadıklarından galiba.

İlk kez 2005 yılında yazdım bu köşede; “Teyze”, adını ve Ermeni olduğunu ancak öldükten sonra öğrendiğim ilkokuldaki “hademe”miz, tanıdığım en iyi insanlardandı.

Soğuk kış aylarında, karlı yollardan yürüyüp okula gelirken, üşür altımıza kaçırırdık. Lastik çizmelerimiz içinde buz gibi olmuş ayaklarımız, paçalarımızdan çizmeye akan sidikle ısınırdı. Nadide Teyze, bizi, utanmayalım diye, bize bile göstermeden yıkar, üstümüzü sobanın ateşinde kurutur, ayaklarımızı avucunda ısıtırdı” demiş ve minik yüreklerimizin meleğine “Hakkını helal et, Teyze!” diye seslenmiştim.

Sen de helal et Hrant, bıçak sırtında yaşamış kardeşim! Senin bıçak sırtın, bizim de vicdanımız olsun!