En ilginç seyir deneyimlerimden biri, Yıldız Kenter’i Oscar adlı küçük bir oğlan çocuğu rolünde izlemek olmuştu. O sırada 76 yaşında olan (2004) Kenter, Oscar ve Pembeli Meleği adlı tek kişilik oyunda 10 yaşındaki lösemi hastası Oscar’ın hüzünlü hikâyesini izleyicinin gözlerini yaşartan bir ustalıkla sunuyordu. Söylemeye gerek bile yok tabii, Yıldız Kenter özdeşleşme mekanizmasının tüm dinamiklerini harekete geçirebilen çok iyi bir oyuncudur; temizlikçi kadını da iyi oynar, düşesi de; 10 yaşındaki bir oğlan çocuğunu da başarıyla canlandırır, evlere temizliğe giden başı örtülü bir anneyi de...

Yıllar sonra bu seyir deneyimini anımsatan, Radikal’den Tayfun Atay’ın hafta içinde yazdığı iki yazı oldu. Atay ilk yazısında dinsel kanallarda yayımlanan dizilerdeki türbanlı karakterleri gerçek türbanlıların oynamasının daha iyi olacağını yazmış (18 Aralık),  ikinci yazısında da gelen tepkileri yanıtlamaya çalışırken düşüncesini yeniden, ve ne yazık ki giderek vahimleşen bir ısrarla yeniden savunmuştu (20 Aralık)

Müslümanların ‘temsil’ ve ‘oyunculuk’ kavramlarına fersah fersah uzak olmaları konusunda yeterince söz söylediğim için -bkz. “Anthony Quinn’i Seven Adamlar” (14 Temmuz 2012), “Rıza İmalathanesi” (5 Mayıs 2012)- tekrar etmek istemiyorum ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Hem bu öneri hem de önerinin gerçekleşmesi ihtimali bizi ‘bir sanat olarak oyunculuk’ alanının çok dışında, saçma sapan bir yerlere fırlatıyor. Öncelikle, herkesin aklına ilk geleni söyleyeyim: Bu durumda eşcinsel rolü için eşcinsel oyuncular; zengini canlandırmak için zengin, fakiri canlandırmak için fakir oyuncular; engelliyi oynamak için engelli oyuncular aramamız gerekecek. Gerçi Atay bu birincil tepkiye karşı  kendini basit bir cümleyle -“Tabii ki her rol oyuncunun gerçek kimliğiyle özdeşik değil”- savunmaya çalışıyor ama olmuyor, çünkü “o başka bu başka” demeden önce türbanlıyı eşcinselden ya da engelliden üstün kılan şeyin ne olduğunu açıklamanız gerekiyor... İşte burada ikinci ve daha vahim bir sorunla karşılaşıyoruz: Atay, diğerlerini değil ama özellikle dinsel TV dizilerini basitçe TV dizisi –hızlı tüketime yönelik seri üretilen bir kitle kültürü ürünü- olarak değil de, yüksek bir gerçeklik dozu gerektiren ‘hakikat temsilleri’ olarak görüyor sanki... Böyle bir şey söyleyebilmek için söz konusu TV yayınlarının ‘misyon’una belli bir oranda kutsallık atfetmeniz gerekir. Oysa ‘özdeşleşme mekanizması’nın izleyici üzerindeki hayret verici gücünden hareketle, en bağımlı dinsel dizi izleyicisinin bile böyle düşünmediğine eminim.

İkinci yazısında Atay, yazdıklarına tepki gösteren Müslümanlara hitaben şöyle diyor: “Hazreti Ayşe’yi oynamak istemez misiniz? Gonca Kuriş’i oynamak istemez misiniz? 28 Şubat sürecinde başına gelenler sinemaya aktarılsa Merve Kavakçı’yı oynamak istemez misiniz? ‘İkna odaları’ zulmünde canı yanmış kızları oynamak istemez misiniz?” Bu sorulara cevap vermek bile abes aslında ama söylemek lazım: ‘Sadece türbanlı kadın rolleri oynayacak kadar türbanlı’ hiçbir oyuncu Gonca Kuriş’i canlandırmak istemez çünkü böyle bir anlatıda Hizbullah denen dinsel ölüm çukurunu ve ‘cihad’ kavramsallaştırmasını da göstermeleri gerekir. Kaldı ki, türbanlı oyuncu oynasa bile böyle bir rolün yayımlanacağı mecra bulamaz. ‘İkna odaları’na gelince... Önce şunu belirtmek lazım: ‘İkna odası’ kavramı hastalıklı bazı Kemalistlerin tekil uygulamalarının bir sonucuydu, bunu tüm ülkenin o günlerde yaşadığı bir olgu olarak sunmak büyük bir yalana ortaklıktan başka bir şey olmaz. Artı, türbanlı oyuncu oynasa bile türbanlı kanalların bu dönemsel baskı araçlarını hatırlatmak isteyeceğini hiç sanmıyorum; hele Türkiye’yi kocaman bir ikna odasına dönüştüren bir iktidar döneminde, hiç!