Son bir ay içinde, sinema siteleri bu vakte kadar 2016’nın en iyi filmlerinin hangisi olduğunu seçip duruyor. Hem bir radyo programı yapayım, hem de şapkamızı önümüze koyup biraz düşünelim dedim. İyi kötü bir liste çıkardım. Daha doğrusu, çok listede olan filmler kendiliğinden ortaya çıkıyor. Indiewire, TIME, metacritic.com, Rotten Tomatoes, USA Today, Yahoo Movies, Guardian’dan bir seçme yaptım. Duruma göre, ilk 5 ya da 10 filmlerini aldım.

Anlaşıldığı kadarıyla yılın şimdilik en beğenilen filmlerinden biri anaakımla uzaktan yakından ilgisi olmayan “The Lobster / Istakoz”muş, Yorgos Lanthimos’un İngiliz dilindeki ilk filmi. Biz, burada festivalde izleyeli ise neredeyse bir buçuk yıl oldu. “The Lobster” tek başına olmanın suç sayıldığı bir dünyada geçiyor. Aslında anti-kahraman olan kahramanı belli bir sürede kendine bir eş seçmeye zorlanmaktansa, isyan etmeyi daha akla yakın buluyor. Eğer senden bekleneni yapıp da kendine bir eş bulamazsan, o zaman hayvana dönüşüyorsun. Onun da seçimi sana ait. Ben düşündüm de, kısacık bir süre içinde doğru dürüst tanımadığın biriyle hayatını birleştirmek zorunda kalmaktansa hayvan olmak daha iyi. Küçük bir test vardı, onu yaptım, değerlendirmeye tabi tutuldum. Sonunda tavşan oldum. Evet, kesin karar. “The Lobster”, gerçekten de geçen yılın en iyi filmlerinden biridir.

Laf animasyondan açılmışken, “Finding Dory”yi de unutmayalım. O da bir anlamda “Finding Nemo”nun devam filmi sayılır.

Aynı derecede beğenilen bir başka film de Richard Linklater’ın yönettiği üniversite beyzbolu komedisi “Everybody Wants Some!!” Eğer yönetmenin filmi “Dazed and Confused”u gördüyseniz, kendinizi on yıl sonra bir devam filmi izliyor gibi hissedebilirsiniz. Aynı derecede de eğlenceli. Linklater eski filminin kadrosunun çoğunu kullanmış. Genç keşifleri de var: Goldie Hawn ve Kurt Russell’ın oğlu Wyatt Russell ve aktris Lea Thompson ile yönetmen Howie Deutch’un kızı Zoey Deutch gibi.
Zootropolis ya da Zootopia da beğenilen filmlerden. Gerçi listede “Anomalisa” de var ama, işin içinde Charlie Kaufman da olduğu halde, onu sadece Guardian’ın yazarları seçmiş. Kaufman, orta yaş bunalımını anlatan bu fevkalade gerçekçi stop-motion animasyonu, işin ustalarından Duke Johnson ile yönetti. “Zootopia”nın yönetmenleri ise, Byron Howard, Rich Moore ve Jared Bushi. Film, en büyüğünden en küçüğüne her cins memeli hayvanın yaşadığı bir büyükşehirde geçiyor. Judy Hopps (Ginnifer Goodwin) Zootopia’da polis örgütüne katılan ilk tavşan (tamamen tesadüf, ben değilim), Kendini kanıtlamak için esrarengiz bir olayı çözmeye çalışıyor ama ortağı olan sinsi tilki (Jason Bateman) işini büsbütün zorlaştırıyor. Yaşasın tavşanlar!

Laf animasyondan açılmışken, “Finding Dory”yi de unutmayalım. O da bir anlamda “Finding Nemo”nun devam filmi sayılır. Bir başka animasyon da, “The Jungle Book”. Rudyard Kipling seven bir çocuk olarak Maugli /Mawgli ile yakın bir arkadaşlık ilişkim vardı. Çok sevdiğim bu kitaptan iyi bir film çıktığına seviniyorum. Evet, animasyon çok severim.

Şahsen benim en merak ettiklerim, nasip olur da burada görebilirsek, şunlar: Aferim!, Embrace of the Serpent, Hunt for the Wilderpeople, Paths of the Soul ile Weiner. Ayrıca, ismiyle müsemma Miles filmi “Miles Ahead” ile Chet filmi “Born To Be Blue”. İki filmin oyuncuları, Don Cheadle ile Ethan Hawke da övgü aldı, yani sadece işin cazında değiliz. Korku filmlerinden korktuğum halde, bir gayret The Witch’i de izlemek isterim doğrusu. Tercihan, gözlerimi kapatmadan...