Dünya sinemasının güzel örneklerini izlememizi sağlayan Başka Sinema, 14 Şubat Sevgililer Günü’ne özel bir sürpriz yaparak 2003 tarihli Jeux d’Enfants/Cesaretin Var mı Aşka? adlı filmi yeniden gösterime sokmuş. Filmin Şarküteri (1991), Kayıp Çocuklar Şehri (1995), Amelie (2001) gibi gerçeküstücü ve masalsı öğeler taşıyan filmlerin izinden giden bir hikâye yapısı ve biçimi var. Çekimlerde ve kurguda bildiğimiz film dili ve gramerini olabildiğince yıkmayı amaçlayan bu filmler yapısökümcü felsefeden epey etkilenmiş, modern anlatı kültürüne karşı duran filmlerdir. Postmodern kültürün bu tür sinemasal örneklerinin sayısı fazla değil ama etkileri epey yoğun…

Jeux d’Enfants’ı ilk izlediğimde çok rahatsız olduğumu hatırlıyorum: Annesi kanserden ölmek üzere olan Julien ve Polonyalı fakir bir göçmen ailenin okulda sürekli aşağılanan kızı Sophie, hayat boyu sürecek bir ‘meydan okuma oyunu’na başlarlar. Herhangi bir mantıksal temeli olmayan bu tehlikeli oyunda sürekli daha uç noktalara savrularak birbirleriyle ve dünyayla akıldışı bir ilişki geliştirirler. Örneğin ilk meydan okumada, sokakta ağlayan Sophie’ye yardım etmek için arabadan inen şoförün yokluğunu fırsat bilen Julien servis otobüsünün el frenini indirir. Çocuklarla dolu otobüs sokakta başıboş şekilde ilerlerken şoför otobüse yetişmeye çalışır, Julien ve Sophie ise kahkahayla gülerler. Bir başka meydan okumada Julien müdürün odasında pantolonunu indirip işemeye başlar.

Julien ve Sophie’nin çocukken başlatıp gençlik çağında ve orta yaşa ilerlerken oynamayı sürdürdüğü oyunda bu çift dışında hiç kimse ve hiçbir şey önemli değildir, film boyunca başka insanlara duygusal ve fiziksel zarar verecek çok sayıda oyun oynarlar. Julien 35 yaşına geldiğinde mutlu bir ailesi vardır ama Sophie’den ve oyundan uzak olduğu için mutsuzdur. Karısı ve çocuklarını da hiç önemsemeyen Julien, hayatını arabasının ulaşabileceği sürat ve trafikteki hız sınırı üzerinden şöyle özetler: “210 kilometre hız yapabilecek olanağa sahipken saatte 60 kilometreye saplanıp kalmak...”

Rahatsız olduğum şey, sağlıklı biçimde sosyalleşememiş, çocukluk takıntılarından mustarip bir çiftin ileri düzeyde hastalıklı ilişkisinin özdeşleşmeci bir mantıkla ve koyu bir “Aşk budur!” vurgusuyla anlatılması değil; sonuçta sinema insana dair olumlu ve olumsuz her şeyin konu edilebileceği bir sanat alanı. Beni rahatsız eden, böyle bir anlatının üretilmesini ve kitlelerce çok sevilmesini mümkün kılan sosyo-psikolojik altyapı: Postmodernist kültür…

Çekimlerinden müziğine kadar tüm unsurlarıyla postmodernist Fransız filmlerini andıran, uzun yıllar ekranlarımızda dönüp durmuş bir reklamı anımsatayım: Küçük kız çocuğu sabah erkenden bayram kıyafetini giyer, “Bayrama daha üç gün var” diyen uyku mahmuru annesine “Bayram bugün oluversin, n’olucak!” cevabını verir. Bir sonraki sahnede, aile işe / okula gitmek üzere yola çıkacakken, üzerinde yüzme aksesuarlarıyla çoktan arabaya binmiş küçük kızla babası arasında şu konuşma geçer: “Kızım daha tatile üç ay var?! / Beklemesek o kadar...” Son olarak, 18. yaş günü için parti hazırlıkları sürerken kızın doğum günü pastasını yemesine tepki gösteren ailesine verdiği cevabı duyarız: “Ama benim canım şimdi çekti!”

Reklamın nesnesi olan porselen firmasının “En güzel anın yaşadığı an olduğunu bilenlere!” mottosuyla meşrulaştırmaya çalıştığı bu patolojik davranış biçimiyle, bu “Canım öyle istedi, o yüzden öyle yaptım.” mantığıyla bizim öğrencilerin fotoğraf ve kısa film çalışmalarında da karşılaştığım için durumun rahatsız ediciliği sürüyor.

Diyeceksiniz ki “Senin ülkeni yönetenler tam da böyle davranıyor?!” Mesele de bu ya zaten! Bu hastalıklı düşünce yapısını tartışmaya açabilirsek, imam ile cemaat arasındaki ilişkinin diyalektiğini de çözeriz belki...