(Bu yazıda The Operative/Casus filmi hakkında spoiler olabilecek unsurlar bulunmaktadır.)

Casus filmleri dendiğinde akla çoğunlukla ülkesi uğruna kendini yabancı topraklarda tehlikeye atacak kadar cesur, her türlü fiziksel tehdidin üstesinden gelebilecek kadar becerikli, başta bilişim alanı olmak üzere en ilkelinden en gelişmişine kadar tüm teknolojik bilgilere sahip vatansever kahramanın kötülere karşı savaştığı aksiyon filmleri gelir. ‘Kötü’, ideolojik olarak farklı kutupta bulunan bir ülkedir. Anlatı yapısı öyle kurulur ki, seyirci kahraman casus ve ülkesinin dünyanın jandarmalığını yapma konusunda nereden yetki aldığını sorgulamayı düşünmez bile; Asya’daki herhangi bir ülkenin nükleer teknoloji malzemesi aldığı duyulmuşsa, büyük batılı ülkelerin hemen harekete geçmesi doğal bir gerekliliktir. Nükleer teknoloji ve silahların sorgulanması gibi unsurlar ise zaten hikayeye hiçbir şekilde girmez.

Neyse ki John le Carré gibi üstadlar var, onlar sayesinde vatanseverlik ve düşman ülke gibi tehlikeli kavramların hastalıklı yönlerini çözümleyen, insan tarafından kurulmuş ama insana aşkın hâle gelmiş kurumların insan düşmanlığını gösteren casus roman ve filmleriyle karşılaşabiliyoruz. John le Carré romanlarından uyarlanan filmlerde casuslar ‘vatansever süper kahraman’ değil, pek çok zaafı olan sıradan insanlardır. The Little Drummer/Küçük Trampetçi Kız (1984), The Russia House/Rus Evi (1990), The Tailor of Panama/Panama Terzisi (2001) kendilerince mukaddes olan görevleri için insan harcamaktan çekinmeyen istihbarat örgütlerini anlatır. Bu anlatıların ‘ulusal çıkar’ kavramı yerine evrensel insani değerleri sahiplenen kahramanları bazen operasyonu bile isteye başarısızlığa sürükler, bazen ‘düşman’ safına geçerek düşmanlığın nasıl bir kurmaca olduğunu gösterir.

Bu haftanın filmlerinden The Operative/Casus’da o kadar yoğun bir le Carré etkisi var ki, bir istihbarat örgütünün insanlıkdışılığını izleyeceğimizi açılış sahnesinden itibaren anlamak mümkün. Bir elektronik firmasının nükleer alandaki çalışmalarını sabote etmek amacıyla İngilizce öğretmeni kisvesiyle Tahran’a yerleşen Mossad ajanı genç bir kadının operasyon sırasında hem kişisel hem de örgütsel varoluşunu sorgulamasını anlatan çok iyi bir hikaye bu.

Yönetmen Yuval Adler 2013 tarihli ilk filmi Bethlehem’de de benzer bir hikaye anlatmıştı: Bir Mossad ajanı ile Filistinli genç muhbirinin baba-oğul ilişkisinin Ödipal portresi çok hüzünlü bir şekilde sona eriyordu.

Yuval Adler yaptığı filmlerle sınırların, devletlerin, toprağın ne olduğu ve ne olmadığına dair düşünüyor, bir çıkış yolu arıyor. Ulaştığı sonuçlar pek iç açıcı değil, ama yine de bu arayışı bizimle paylaşıyor olması önemli. Burjuva ideolojisinin kurumsal uzantılarına yönelik eleştirileri bir yana, sinemanın James Bond’un oyuncağı olmadığını göstermesi bile böyle çabaları güzel kılıyor.