Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ romanında Zosimov, şöyle diyordu Dunya'ya: “Bu anlamda hepimiz bir parça deliyizdir. Şu küçük farkla ki, 'hastalar' bizden biraz daha delidirler.” Hepimizin bir parça deli oluşuna katılmayan yoktur herhalde. Biraz deli olmanın iyi ve kötü tarafları var. Bir parça deli olmasak, bunca deli saçması şeye nasıl uyum sağlardık ki? Aslında bu uyum sağlamayla ilgili de Dostoyevski’nin şu meşhur sözünü anabiliriz: “İnsan, her şeye uyum sağlayan bir hayvandır.”

Hafta sonu, bir mafya liderinin itiraflarını dizi film gibi izleyen milyonlarca insan, koronaya da, kötü yönetilen bu olağanüstü duruma da tuhaf bir biçimde uyum sağlamış gibi görünüyor. Sokağa çıkma yasağına rağmen sokaklarda yapılan şampiyonluk kutlamaları, siyasi protestolar, parti kongreleri, marketlerde satılan ürünlere getirilen tuhaf yasaklar, sürekli sözler verilen ama bir türlü getirilemeyen aşılar, karmakarışık genelgelere göre düzenlenmeye çalışılan gündelik hayat ve daha bir dolu şey...

Arno Gruen'e göre, özelikle 'Demokrasi Mücadelesi' kitabındaki yazdıklarına bakınca, bütün bu akıl dışılığın kökeni, çocukların yetiştirilme tarzından kaynaklanıyor. Çocuklar, anne babaların takındıkları pozlar yüzünden, içsellikten yoksun insanlar olarak yetişiyor ve bu insanlar kendilerine özgü bir kimliğe sahip olamadıkları için boyun eğecekleri bir gücün peşinde koşuyorlar. Böyle bir güç arayışına okumuş etmiş, entelektüel kişiler de dâhil olabiliyor. Sırf bu yüzden, geniş yığınların kendi içsel boşluklarından kaçabilmek için peygamber tavırlı veya demagog liderlere neredeyse iradesizce kapılmalarının nedenlerini anlamaya çalışıyor Gruen. Özellikle toplumsal açıdan güvensizlik dönemlerinde bu kapılmanın daha arttığı bilinen bir gerçek.

Ama delilik var, delilik var… İradesizce bir demagog lidere kapılanların deliliğini, ‘normalliğin deliliği’ olarak tanımlıyor Gruen. Deliliğin bu normal görünümlü halinin, dünya savaşları çıkartacak ya da katliamlar yaptıracak kadar tehlikeli sonuçları olabiliyor. Ama insan, her şeye uyum sağlayan bir canlı; bu denli uyum sağlayabiliyor oluşunu sitüasyonist Vaneigem ‘hayatta kalma hastalığı’ olarak tanımlıyordu.

Winnicott’un tespitine de yer veriyor Gruen, demokratik bir toplumun işlerlik kazanabilmesi için olgun bireylere ihtiyaç olduğunun altını çizerek. Duygusal olgunluk, ancak duygudaşlıkla mümkün olacak bir şey ve otoriter eğitim tam da bu duygudaşlığı bastırmayı hedefler. Yaratılan sahte kendilik, gerçek bir duygudaşlık kuramaz, çünkü kişi kendi duygularıyla da temas kuramamaktadır. Böyle kişiler için dünya korkutucu bir yer haline gelir, temel güven duygusunu çocukluğunda öğrendiği gibi dışsal bir otorite aracılığıyla ya da sahip olduğu şeylerle tanımlamaya çalışır. Tam tersine, çocukluğundan itibaren kendi duygu ve ihtiyaçlarını bilen ve ifade edebilenler için dünya sadece tehlikeli bir yer değildir ve kendi değerini başkalarına göre belirlemez; yeniliklerden korkmak yerine sevinçle hayatı ve kendisini keşfetmeye yönelir. Sanırım edebi ve felsefi açıdan iyi delilik ve kötü delilik ayrımı, kişinin kendisini ve dünyayı nasıl algıladığıyla ilişkili olarak ortaya çıkar.

Adam Phillips, korkudan bahsettiği ‘Dehşetler ve Uzmanlar’ kitabında, ilk korkulardan birisinin sevgiyi kaybetme korkusu olduğunu yazmıştı. Kendilerini kurbanlaştıran ve otoritelere boyun eğenler, yetersiz olduklarında sevgiyi kaybedeceklerine inandırılmış olanlardır bir bakıma. Sevgiyi güvence altına alabilmeleri, sanki sahip oldukları ve yaptıkları şeylerle mümkün olabilirmiş gibi.

Sait Faik, bir öyküsünde şöyle yazmıştı: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.” İyi delilik… Her şeye rağmen insanı sevmek…