Geçen gece TRT’de gazetecilerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çatır çatır sorular sorduğu ve “Çok manşet verdiniz” diye bitirdikleri röportajı izledim. O saatlere kadar uyanık kalmaya alışık değilim. Manşet neydi acaba falan derken uyuyakalmışım.

Sonra nasıl bir kâbus gördüysem, film gibi, net, kan ter içinde uyandım. Hayır, Peker’le, siyasetle falan ilgili değil…

Uçsuz bucaksız bir tarlada yürürken birden ayağımın altındaki toprak boşaldı. Bir karanlığın içine düşüyorum ama ne düşüş! Düş düş bitmiyor… Ben ben olmaktan çıkıyor, korkuya kesiyorum. Bağırıyorum, sesim çıkmıyor. Yere çakılacağım derken, yumuşak bir zemine iniyorum. Sevinmeye kalmıyor, o yumuşak jölemsi zemin de yavaş yavaş yutuyor beni. Tekrar karanlık bir sonsuzluk içinde düşmeye devam ediyorum. Etrafımda acayip yaratıklar, canlı mı cansız mı belirsiz… Yine korkuya kesmişim!

Uyanınca gördüklerim yerli yerine oturdu. Konya’nın obruklarından birine düşmüş, oradan Marmara’nın deniz salyasına inmiş ve onun tarafından yutulmuştum.

Sabah gazeteler arasında dolaşırken The New York Times’daki Obama röportajına denk geldim. Uzaydan gelen yaratıklar kanıtlanırsa neler olabileceğini söylüyordu; “önce kendimizi savunmak için silah sistemlerine daha çok para harcamamız gerektiği tartışmaları başlar ve yeni dinler ortaya çıkar” diyordu. Korku nelere kadir!

Ben siyasetin büyük meselelerini konuşup onlara dair endişeler taşırken, deniz biyoloğu oğlum okyanusun kilometrelerce derinliklerinde küçücük kurtçuklarla, gözle görülemeyen canlılarla uğraşıyor. Endişesini de umudunu da oralardan devşiriyor.

Marmara’yı kaplayan ve diğer denizlerimizde de görülmeye başlanan çamurumsu madde, müsilaj ya da deniz salyası denilen şey; “tek hücreli bitkisel canlılardan bir tür fitoplankton olan Gonyaulax fragilis’in yoğun çoğalması” sonucu oluşuyormuş. Bu müsilajın kıyıları kirlettiği; ekonomik, ekolojik kayıplara yol açacağı gün gibi ortada.

Uyanık ve bilinçle görülmesi gereken bir kâbusla karşı karşıyayız!

Kâbusa yol açan da biziz; denizleri ve okyanusları hoyratça kirletmemiz!

Plastik atıklar artık dünyanın en derin okyanus hendeğinin dibine kadar indi. Buzulların altına yerleşti. İnsan her yıl yaklaşık 300 milyon ton plastik üretiyor ve bunun en az 10 milyon tonu denizlere, okyanuslara gidiyor. Her yıl plastikle doldurulmuş 50 bin çift katlı otobüse denk 640 bin ton plastik olta denizlerde kayboluyor. Orada yavaş yavaş çözülerek yüzyıllarca kalacak. Plastik daha şimdiden besin zincirine girdi ve deniz yaşamını yok ediyor. Giysilerimizden, otomobil lastiklerinden yayılan mikroplastik lifleri balıklar yiyor.

Ben karşı karşıya olduğumuz siyasal tehditlerden söz ettikçe, oğlum denizlerdeki yaşamın atıklar yüzünden hızla yok olduğunu, Doğu Çin Denizi’ndeki 125 balığın sindirim kanallarında 54 mikroplastik bulunduğunu, okyanustaki alglerle beslenen bir mikroorganizma türü olan zooplanktonun büyüme ve üreme oranlarını azalttığını falan anlatıyor.

Algler ne ki?” gibi sorular yöneltiyorum, sanki sıraladığı diğer kavramları anlamış gibi. “Milroskopik fotosentez yapan canlılar, Türkçe fitoplankton deniyor. Dünyadaki en büyük habitat” falan diye açıklıyor.

Okyanuslar soluduğumuz havadaki oksijenin yüzde 50’den fazlasını üretiyor. Ağaç ve bitkilerden çok daha fazla. Dünyanın yüzde 70’den fazlasını kaplayan su yalıtım yapıyor ve iklim dengesini sağlıyor.

İyi de oğlum, bunlar da siyasi meseleler işte!

“Kanal İstanbul’u inadına yapacağım” diyen de siyasi; “Denizin oksijensizleşmesine sebep olacak, İstanbul nüfusunu daha da artıracak ve Marmara ekosistemine geri dönülmez zararlar verecek” diyen de siyasi!