George Floyd ve ABD’de yaşananlar, fail ve kurbanın bakışlarının yarattığı travmatik etkiyle açıklanabilir belki. Türkiye’de yaşayan biri için o bakışların ayrı bir anlamı olsa gerek, travmalarla dolu tarihimizi düşünürsek… Travmanın tanımıyla ilgili hâlâ tam olarak bir fikir birliğine varılmamış olsa da, bir işkenceye ya da cinayete tanıklık etmenin de travmaya neden olduğu bilinen bir gerçek. FBI kayıtlarına göre ABD’de sadece 2018 yılında 14 bin 123 cinayet işlenmiş. Yapılan araştırmalara göre öldürülen kişinin yakınları ve tanıyanlarının, medyanın da etkisiyle yaşanan olaydan travmatik bir biçimde etkilendiği, uzamış yas, depresyon, öfke ve madde kullanımına yönelme gibi semptomlara sık rastlandığı tespit edilmiş. Bir de buna tarihsel arka plan eklenince, yani toplumsal bilinçdışının etkileri de düşünülünce, George Floyd’un ölümü, yüz binlerce insanı, salgına rağmen sokaklara döktü. Salgının da insanlardaki ‘temel güven duygusu’nu ciddi bir biçimde sarstığını göz önüne alırsak… Polis şiddetinin neden olduğu travmanın, bireysel şiddetin neden olduğu travmalardan daha zarar verici olduğu, koruma ve güvenlik için görevli birinin yasadışı ve orantısız bir güçle hareket etmesinin toplumsal ruh sağlığını derinden etkilediği de bir gerçek.

Freud’a göre psikanaliz, bastırma teorisi üzerine yükselir; toplumun özü bireyin bastırılması, bireyin özü de kendisinin bastırılmasıdır. 700-800 bin insanın öldüğü Amerikan İç Savaşı’nın toplumsal bilinçdışındaki etkisi gözardı edilemez. Ya da siyahların yaşadığı bütün o ayrımcı olayların etkisi… Vietnam Savaşı’nın etkisi hâlâ çeşitli düzeylerde devam ederken, Körfez Savaşı’na ya da Afganistan’a giden ABD’li askerlerin ülkelerine taşıdıkları bir duygu da olsa gerek. 11 Eylül saldırısı ya da şehirleri yerle bir eden kasırgaların etkisini de düşününce… Toplumsal ve bireysel bilinçdışının kesiştiği olaylar ve gündelik hayata etkisi üzerine çok şey söylenebilir belki, ama asıl önemli nokta, toplumsal ve bireysel olarak ‘bastırma’ savunma mekanizmasına neden bu kadar çok yüklenildiği, neden kendimizden kaçmayı bu denli arzuladığımız. Aslında, George Floyd öldürülmemiş olsaydı, aklımda yazmak için bu konu vardı, ama sonra fark ettim ki içinde yaşadığımız bu ‘hakikat sonrası’ çağının temel sorunu da zaten bu ‘kaçış’ hali değil miydi?

Psikanaliz literatüründe mitolojik kahramanlar Oedipus ile Narcissus karşı karşıya getirilir çoğunlukla. Oedipus, bir arayışçıdır, meraklı oluşu onun temel özelliğidir, kendisini tanımak ister. Narcissus ise tam tersine, kendisini tanımaktan sürekli kaçar. Yaşadığımız çağı narsisistik olarak niteleyenleri düşününce, belki de kaçacak kadar bizi korkutan şeyleri anlamaya çalışırsak bu çağın ruhunu tanımamız da mümkün olabilir. Narcissus, başka insanlara ihtiyaç duymaktan nefret eder, hatta bunu bir zorbalık olarak görür, ahlakdışı ve apolitiktir. Adam Phillips’in ‘Öyle Böyle’ kitabında yazdığı gibi Narcissus, demokrasiyle de pek geçinemez, çünkü işbirliği anlamsızdır. ‘Kendi propagandasının bağımlısı’dır, sürekli övülsün ister, alacağı like’larla ilgilenir hakikatten çok. Tüketim toplumunun özüdür Narcissus. Psikoterapiye başvursaydı, yüzleşmeyle, anlaşılmayla, sevilmeyle, başkalarına ihtiyaç duymanın ve onlar tarafından ihtiyaç duyulmanın faydalarıyla değişmesinin önü açılacaktı belki. Nancy McWilliams’ın dediği gibi, bir başkasını kusurlarıyla sevip kabul edebilme becerisi kazanmış olacaktı. Ama asıl soru, Narcissus neden kendisinden kaçmaktadır, onu bu kadar ürküten şey nedir? ‘Öteki’ne karşı yaşadığı hayal kırıklığı… Narsisizmin, anne ve babanın bebeğin ruhsal ihtiyacını karşılayamamasından, görülememekten kaynaklı bir durum olduğu biliniyor. ‘Öteki’ne karşı yaşanan hayal kırıklığının neden olduğu değersizlik, çaresizlik ve yalnızlık duygusundan bir kaçış… Irkçılık da, her ne kadar ideolojik ve politik bir durum olsa da, ‘öteki’ne dair derin kuşkunun yaşandığı böylesi bir zeminde kolayca hayat bulur. Önümüzdeki hafta, ‘kaçış’ın nedenlerini sorgulamaya devam edeceğim.