Kitap okuyamamaktan, dikkatlerini bir şeye verememekten şikâyet edenler çoğaldı. Korona hakkında hiç düşünmeseniz de, salgınla ilgili haber ve yazı okumasanız da, bilinçdışı bir biçimde eşlik eden bir kaygıyla yaşamak zorundasınız; sıkıntı ve sıkışmışlık hissi…

Cioran, pasif ve olumsuz sıkılma ve sıkıntıyı, yavaş yavaş, fark edilmeyecek bir şekilde insanı yıkıntıya götüren saf bir erozyon olarak tanımlamıştı. Pasif olanın aksine aktif ve olumlu sıkılma ise insanda varoluşsal sıçramalar yapıyor, yaratıcılığın önünü açıyordu. Cioran’a göre bu durumu olumlu ya da olumsuz sonuçlandıracak şey, yüzleşip yüzleşilmediğiydi.

Freud’dan biliyoruz ki, ilk durum fobileri karanlığa ve yalnızlığa ait. Karanlık ve yalnızlık, insandaki en derin hislerin yüzeye çıkma ihtimalini barındırır ve belki de bu yüzden korkutucudur. Sürekli bir şeylerle meşgul olma çabasının ardında böylesi bir korku olabilir ve biz onlara bakmadıkça etkisinin ve gücünün de artacağından emin olabilirsiniz.

İnternet dergisi terrabayt.com’da yayımlanan Catherine Malabou’nun “Karantinadan Karantinaya: Rousseau, Robinson Crusoe ve Ben” adlı yazısını okurken, karantina içindeki karantina durumu üzerine düşündüm, sıkılma ve yalnızlıkla bağ kurarak.

Yazıda, Rousseau’nun gemi yolculuğu yaparken salgın hastalıktan dolayı yaşadığı karantinadan bahsediyordu. Rousseau’ya iki seçenek sunulmuştu, ya gemide kalıp diğerleriyle birlikte karantinada kalacaktı ya da gemiden ayrılıp bir hastanede tek başına. Rousseau, karantinayı tek başına yaşamayı tercih etmişti. Malabou, en iyi opsiyonun hangisi olduğunu sorguluyordu.

Rousseau, kolektif yalıtılmışlık halinden kendini yalıtarak tecrit içinde bir ada yaratma ihtiyacı duymuştu, yani karantina içinde karantina… Birileriyle birlikte karantinada kalmak, yabancılaşma hissi uyandırsa da yalnızlık değildi ve yalnızlık tecridi katlanır kılabilirdi. Malabou, korona nedeniyle yaşadığı karantinanın kendisini rahatsız etmesinin nedenini, kendisine çekilememek olduğunu fark etmişti.

Kitap okumak, bu anlamda bir test özelliği kazanıyor, kendimize çekilip çekilemediğimizi gösteren. Malabou’ya göre ise ‘kendine çekilme’, evi yaşanabilir kılan ‘radikal çıplaklık’tı; ancak o zaman, yani tıpkı Rousseau gibi “tecrit içinde böylesi bir tecrit halini” yakaladığında, kimsenin giremediği yerde bir yer bulduğunda yazabildiğini fark etmişti. İşte o zaman, Skype üzerinden konuşmalar bile başka bir anlama kavuşmuştu, o radikal çıplaklık sayesinde kavuştuğu yalnızlık, onu tecritten korumaya başlamıştı.

Malabou’nun yaşadığı durum ve bulduğu çözüm, bana göre ‘kendi zihnindeki yuva’ya kavuşmuş olmasıydı; insan kendi bedenine ve zihnine yabancılaştığında, zihnini ve bedenini sadece bir araç olarak yaşadığında o yuvadan da uzağa düşmüş oluyordu. Kendine çekilme, bir tür yuvaya dönüş gibiydi, ama sorun şu ki eğer kişinin döneceği bir yuva yoksa, o yuvayı inşa edecek cesarati, sabrı ve emeği gösteremediyse, karantinadaki tecrit durumunda yaşayacağı radikal çıplaklık, onu kötü nesnelere karşı savunmasız bırakabilirdi. Bu durumda en iyi opsiyon Rousseau’nunki olmayacaktı, gemide diğerleriyle birlikte kalarak yabancılaşmayı yalnızlığa tercih ederek…

Rousseau ‘İtiraflar’da şöyle yazmıştı: “Ancak buna rağmen yelkenliyi değil de Lazaretto’yu seçtiğime pişman olmadım, tıpkı başka bir Robinson Crusoe gibi, nasıl zamanında bütün hayatıma hazırlanmış olmam gerekiyorsa, yirmi bir güne kendimi hazırlamaya başladım.”