Kuzeyde esen savaş rüzgârları, bütün bu salgın ve ekonomik kriz koşullarında şaşırtıcı değil. Bu kadar sorun yetmezmiş gibi başka büyük sorunlara davetiye çıkarılması, dünya tarihine bakılınca olması gereken gibi düşünülebilir. ‘Büyük Buhran’ diye tarif edilen 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı yaşanmasaydı İkinci Dünya Savaşı olmayabilirdi; ekonomik kriz popülist liderlerin halkın nefret duygularını kolayca manipüle etmelerine zemin hazırlayabiliyor, savaş bir tür fırsata dönüştürülebiliyor. ABD’nin ve Batı’nın Afganistan’dan kaçış şeklinin Putin’i cesaretlendirmesi ya da kendi mutlak iktidarının salgın sonrası ekonomik krizle zayıflamasından korkması gibi belki başka etkenler de öne sürülebilir elbette. Ukrayna krizi, doğrudan kuvvetli bir çatışmaya da dönüşmeyebilir, ama her olasılıkta bunun otoriterleşen siyasi iklime yarayacağı ve dünyadaki ekonomik krizin de her tür savaş senaryosuna zemin hazırlayacağı bir gerçek.


Uluslarası ilişkiler üzerine yazmak değil niyetim. Macron ile Putin’e ya da Biden’a aynı mesafeden bakıyor olsam da, Putin’de cisimleşen ‘otoriter lider kült’ünün toplumsal açıdan psikolojik etkileri üzerine düşünmek oldukça önemli geliyor bana. Belki hatırlarsınız, Rusya’da bir işçi grevi vardı 2009’da, fabrikalar teker teker kapanıyordu. Putin, patronları bir masa etrafında toplayıp azarlayarak onlara şöyle demişti: “Sizin bencilliğiniz ve cimriliğiniz beni buralara kadar getirdi. Ya paralarını ödersiniz ya da fabrikalarınızı millileştiririm.” Ve onlara bir anlaşma metnini zorla imzalattırmıştı. Patronlardan biri çekimser durunca onu kameraların önünde azarlamıştı. Bu hareketinin yankısı, ‘işte gerçek lider’ olmuştu, grevlerin olduğu kentten halkın sevgi gösterileriyle ayrılmıştı. Türkiye’de de Putin’in bu hareketi sempati yaratmıştı. Aslında Putin’in bu davranışı, işçi sınıfının bilinçlenmesini ve sendikaların güçlenmesini engelleyen bir tutumun yansımasıydı, işçilerin zaten alacakları haklarını popülist otoriter bir lider armağan etmiş gibi oldu.

***

Winnicott’un, ‘yeterince iyi anne’ tanımı bu açıdan oldukça anlamlı. Winnicott’a göre, çocuğu korkutarak, cezalandırarak uysal olmaya iten ve bütün ihtiyaçlarını o talep etmeden gideren bir anne ya da bakım veren kişi, çocuğun gelişimini olumsuz etkiler. Anneye uyum sağlamaya ve kendisini, ihtiyaçlarını, duygularını anneye göre ayarlamaya çalışan bir çocuk, kendi yaratıcı kendiliğini geliştiremez. O çocuğun hayal gücü ve yalnız kalabilme kapasitesi gelişmez, dolayısıyla kendisini gerçekleştiremez. Böylesi otoriter figürlerin baskın olduğu bir siyasi ortamda, emrindeki kişilerin prompter olmadan konuşamaması ya da konuşsa da mutlaka büyük gaflar yapması gibi durumların sık sık yaşanması, bu yüzden şaşırtıcı değildir.

***

Bir çocukta gerçek kendiliğin gelişmesinin ön koşulu, anne ya da bakım veren kişinin ona sağladığı ‘güvenlikli ara bölge’dir, yani çocuğun dünyaya anlam yüklemekte özgür olduğu içsel bir alan oluşturmasına izin verildiğinde. Bugün yaşanan zorluklar, bu içsel alanın sürekli işgalinden kaynaklanıyor. Sahte kendilik, kişinin kendi ihtiyaçlarından ziyade, dünyanın ya da izleyicilerin dikte ettiği talepleri doğrultusunda kendisini oluşturur. Bu anlamda, sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla popülizmin yükselişi arasında doğrudan bir bağ kurmak mümkün. Yalnız kalma kapasitesi gelişmemiş, sürekli ‘yapma’ya odaklı günümüz insanı için bir ‘anlam krizi’nin olması kaçınılmaz, bu krizden çıkış için de ‘hazır reçete’lere yönelinmesi, kısır bir döngüye hapsediyor kişiyi.

Ukrayna krizi ve Putin’den konuyu buraya getirmem, belki bazı kişiler için şaşırtıcı olabilir. Ama olaylara verdiğimiz tepkiler ve bizi bir arada tutan şey, tam da gerçek ya da hakiki kendiliklerimizi gerçekleştirme kapasitemizle ve bu kapasitenin geliştiği, geçiş nesnelerinin yer aldığı, içsel ve dışsal gerçekliğin arasında yer alan o ara bölgeyle ilişkili. Siyaset de, bizim çocukken oynadığımız oyunların yetişkinlere özgü bir versiyonu, sanat da… İnsanın varoluşsal sorumluluğunu bir kült lidere devretmeye zorlayan kültürel iklim yeterince sorgulanmadığında ve bunun kişisel olmaktan ziyade toplumsal ve siyasal bir mesele olduğu anlaşılmadığı sürece, gelecek için kalıcı çözümler üretmek mümkün görünmüyor.