Bir tarafta bilmezlik tutkusu, bir tarafta İkealizasyon diye tarif edilen, her şeyi kendin yap, kendin bil, kendinin efendisi ol anlayışı. Hasta mısın, Google hazretleri sana hastalığını ve tedavi yolunu göstersin. Evde musluk mu bozuldu, Google ya da YouTube yardıma koşar hemen. Kendin yap, kendini yapa dönüştü zamanla, kişisel gelişim endüstrisiyle birlikte kişilik de üretilen, tıpkı bir mobilya gibi çeşitli parçaları monte edilen bir araca… Doktora değil de internette yazılanlara güven duyulması, hemen hemen her konuda sınırsız bilgiyle kuşatılmışlık hissi, pek çok yanılgılara ve ağır bedeller ödenmesine neden olduğu gibi uzmanlara olan güveni de azalttı. Bu duruma, reyting kaygısı ya da ünlü olma tutkusuyla uzmanlar da önayak oldu. Tabii bir de alanında uzman birisi, bir şeyleri bilemeyebileceğini de kabul edemiyor, aşırı bir özgüven uzman olmanın önkoşuluymuş gibi bir yanılgı… Genlerin özelliklerinden dolayı “Covid Türkiye’de salgına neden olmaz” diyen bir bilim insanı bile ortaya çıkmıştı.

BİLGİSİZLİK ÇAĞI

Her şeyin uzmanı olamayız ve olmamalıyız da. Anlamadan bilmek, başka bir tür bilmeme ya da bilme yanılsamasına neden olur. Bugün entelektüellere ve uzmanlara olan güvensizliğin arka planında anlamadan bilmenin, yüzeysel bilginin etkisi büyük. Bu yanılsama, insandaki tümgüçlülük yanılsamasını da pekiştiriyor, eğer bir şeye gücü yetmiyorsa, bir şeylere gücünün yetmeyebileceği gerçeğinden değil, kendi yetersizliğinden kaynaklandığına inanlar az değil. Belki de bu nedenden dolayı, politikacılar da asla yanılabileceklerini kabul etmiyorlar. Aşırı bir özgüven. Bariz hatalarında bile ısrar ediyorlar. Sanki hatalarını kabul ederlerse bütün güvenilirlikleri zarar görecek. Aslında kitleler, kendi bilgisizlikleriyle yüz yüze gelmeyi istemedikleri için popülist politikacılara, sanatçılara ve şarlatana dönüşen bilim insanlarına daha çok güven duyuyorlar. Bir rektörün, başımıza ne bela geldiyse okumuşlardan geldi sözü, tam da bu anlayışla ilişkili. İletişim çağı dedikleri şey, aslında nasıl iletişimsizlikle sonuçlandıysa, bilgi çağı da bilgisizlikle kendi sonunu hazırlıyor. İletişimin, haberleşmeye ya da paylaşmaya indirgenemeyeceğini anladığımız gibi bilginin de bilginin çokluğuna ya da bilgiye ulaşmanın hızına indirgenemeyeceğini anlamış olduk.

BENLİK DAVASI

Bauman, ‘Kuşatılmış Toplum’ kitabında insalığın ‘benlik davası’ndan bahseder. Benlik davası dediği şey, insanlığın bu dünyada varolma biçimidir. Bu dava, her şeyin akışkan olduğu bu zamanlarda en büyük zorluklarını yaşıyor. Anlamadan bilmekten kaynaklı anlamsızlık hali, benliği bir arada tutan bağları gevşetiyor, hatta koparıyor. Paul Ricoeur’ün dünyada muhafazakârlığın artışıyla ilgili yaptığı, dağılmaktan korkulduğu için tutuculaşmanın arttığı tespiti, bu açıdan ilham verici. Benlik davası, insanın hayatta kalma gereksiniminin en önemli koşulu olarak da karşımıza çıkıyor. Benlik davası kaybedildiğinde, amaçsız, bir şeyleri bilme ya da öğrenme arzusu duymayan, kısa yoldan zengin ya da başarılı olma hayalleri kuran, olmanın değil yapmanın, içeriğin değil biçimin önemli olduğuna inanan bir nesil ortaya çıkar. Nasıl hissettiği ya da nasıl düşündüğünden ziyade nasıl görünüldüğüyle meşgul olunması, İkealizasyon kültürünün temel dinamiği. Bugün hayatta kalabilmek için, şirketlere uzmanların verdiği tavsiyelerde de görüldüğü üzere, esnek bir kimliğe, her an değişmeye hazır ve hemen değişebilme yetisine sahip olmak gerekiyor. Artık evliliklerde ya da aşklarda, ölüm bizi ayırana dek sözüne daha az rastlar olduk; evlilik sözleşmeleri yaygınlaşıyor, daha başlarken risk hesapları yapılıyor.

Ben bütün bu sürecin, benlik davasındaki mücadelenin bir aşaması olduğuna, nihayetinde bütün bu tecrübelerden yeni bir benliğin inşa edileceğine inanıyorum. İletişim çağında iletişimsizliğin dibini, bilgi çağında bilgisizliğin dibini görüp başımızı yukarı kaldırdığımızda…