Bir insanın kendisine yapabileceği en büyük kötülüklerden biri olsa gerek, ‘kendine acıma’... Sanki kültürel olarak içimize işlemiş. Çocuğu çalışmak için yurt dışına gitmiş bir anneyi düşünelim. Aylar sonra çocuğuyla görüntülü konuşurken, o anne çocuğunu şöyle sevebilir: “Ah sana ne olmuş böyle, çok kilo vermişsin, hasta mı oldun? Saçına sakalına kırlar düşmüş, yaşlanmışsın ah oğlum. Yaban ellerde öyle kaldın bir başına. Ne yer ne içersin?...” Bir yandan gözyaşı döker bunları söylerken. O çocuğun ne hissettiğini hayal etmek güç değil. Ya da boşanıp anne evine dönmüş bir kadını düşünelim, annesi şöyle sevebilir ağlayarak: “Talihsiz kızım benim!” Muhtemelen çocuğu da kendi içinde kendisine bu şekilde ‘acımasız’ bir acımayla şefkat gösteriyordur. Normalde insanın düşmanına söyleyemeyeceği sözleri, bir yakınından şefkat dolu bir biçimde duymasının yıkıcı etkisi... Kendine acıma, savunma mekanizmalarını çökerten, egoyu zayıflatıp insanı gerileten bir etkiye sahip. Halk müziğinde de ‘kendine acıma’nın her türüne rastlamak mümkün. Kendine acıma, böylesine rağbet görüyorsa, mutlaka cazip gelen bir yanı da olmalı.

Acaba sürekli bir şeylerden şikâyet eden insanlar, hatta hava durumundan bile değiştirilebilirmiş gibi şikâyet edenleri düşününce, kendine acımaya karşı bir savunma mekanizması mı devreye girmektedir? Gerçekte kendilerine acıdıkları için mi bu kadar çok şikâyet etmektedirler?

Kendine acımayla şikâyet etme arasındaki ortak nokta mağdur olma durumu, yani dış bir nedenden kaynaklı haksızlığa uğrama... Bir noktaya kadar kendine acıma ya da şikâyet anlaşılır bir durum olsa da, bunun bir alışkanlığa dönüşmesi ciddi ruhsal rahatsızlıkların kaynağına dönüşebilir, bir de kültürel olarak onaylanmış bir davranış halini aldıysa...

Kendine acıma ve sürekli şikâyet etmenin cazibesi, insanın kendi sorumluluğunu almak konusunda yaşadığı güçlükten sıyrılabilme arzusundan kaynaklı olabilir. Sorumluluk talihsizliğe ve dış nedenlere bağlanabilir böylelikle. Bazen de bilinçdışı bir biçimde başkalarını bir istismara da dönüşebilir bu mağdur olma psikolojisi, biri gelip beni kurtarsın arzusuyla.

Aslında oldukça karmaşık bir mesele ‘kendine acıma’. Sorumlulukla, ayrışmayla, hayal kırıklıklarıyla, melankoliyle, depresyonla ilişkisi üzerine çokça akıl yürütmek mümkün. Ama kesin olan şu ki, kendine acımayı ve şikâyet etmeyi alışkanlık haline getiren biri, gittikçe pasifleşir ve duyarsızlaşır. Travma yaşamış kişilerde sıklıkla görülen kişinin kendini zayıf, kurban, mağdur; dünyayı ya da diğer insanları güçlü, zalim ve düşman olarak algılamasının yaşadığımız topraklarda bir karşılığının olması anlaşılır bir şey. Geçmişten günümüze, sosyal, siyasal, doğal öylesine çok travmalar yaşandı ki, kendine acımanın kültürel açıdan böylesine içselleştirilmiş olması şaşırtıcı değil. Travma yaşamış kişilerle, yaşadıkları durumu yeniden yorumlamak, anlamlandırmak gerekir. Toplumsal açıdan da benzer bir sürecin yaşanması, ancak siyasi bir tutumla geçmişteki tamamlanmamış yas süreçlerine odaklanıp çalıştıkça, geçmişin istenmeyen, unutulmuş ya da inkâr edilmiş bütün o yutulup öğütülmemiş anı parçalarını sindirebilmenin yollarını buldukça mümkün olacak. Ama hiç kolay değil. Şimdi bir de buna pandemi süreci eklendi. İngiltere’de yapılan bir çalışmada, son üç ayda antidepresan kullananların sayısının 6 milyon arttığı tespit edilmiş. Pandemi sonrası, sadece ekonomik bir yıkımla değil, görülmeyen ve ölçülmesi daha zor olan bir psikolojik yıkımla karşı karşıya olacağımızı düşündürüyor bu araştırmalar. Kendimize acımayı bırakıp kendimizden başlayarak sorumluluk duygumuzu geliştirip genişleterek aşabiliriz bütün bu sorunları. Yeni yıl, kendimizi yeniden inşa etmenin başlangıcı olsun...