Genç yönetmen Jane Schoenbrun, 2018’de A Self-Induced Hallucination (Kendini Besleyen Halüsinasyon) adlı bir belgesel film yaptı. Schoenbrun, dünya çapında milyonlarca insanın, kurmaca olduğunu kuşkuya yer bırakmaksızın bildikleri halde, nasıl olup da ‘Slenderman’ adlı kurmaca bir korku karakterini gündelik hayatlarına dâhil ederek ‘gerçek’ kıldığını öğrenmek istiyordu.

Sonuçta ortaya şu tür bir sosyo-teknolojik tespit çıktı: Etraflarındaki gerçek dünyayı değiştirmek gerektiğini düşünen, ama bunu tam olarak neden ve nasıl yapacağını bilmeyen ergen ve gençler, her şeyin mümkünmüş gibi göründüğü internet ortamında bir araya gelip, gerçekdışılık üzerinde yükselen yeni bir gerçeklik kurmaya çalışıyordu.


Dünyayı, hatta yakın çevrelerini bile değiştiremedikleri, bunun olanak ve yöntemlerini bilmedikleri için dövme ve piercing gibi yöntemlerle kendi bedenlerini -birincil yaşam alanlarını- değiştirmeye çalışan gençlerin sayısındaki artışı görüyorsunuzdur. Ama bu hiç değilse maddi ve fiziksel bir çabadır, ‘kendini besleyen halüsinasyon’ bundan çok farklı bir şey: Aklınızı felsefi açıdan tümüyle idealist bir bakış açısına teslim ediyor, bilgisayar monitörlerinden yayılan ışıklara bakarak kurduğunuz sanrılar gerçekmiş gibi hissetmeye çalışıyorsunuz. Milyonların oluşturduğu bir tür ‘çevrimiçi şizofreni’ hâli… Ama, Nietszche’nin de dediği gibi, “uçuruma uzun süre bakarsanız, uçurum da size bakar.”

Schoenbrun, geçen hafta farklı platformlarda gösterime giren 2021 tarihli filmi We’re All Going to the World’s Fair‘de de (Hepimiz Dünya Fuarı’na Gidiyoruz) aynı konuyu işliyor. Son derece sakin ve sade bir kamera kullanımıyla anlatılan hüzünlü hikâyede, 14-15 yaşlarında görünen Casey adlı bir kız çocuğunun halüsinasyonu besleyişine, bu sanrılardan yeni bir dünya yaratma çabasına tanıklık ediyoruz.

***

‘Hepimiz Dünya Fuarı’na Gidiyoruz’, bir çevrimiçi oyun alanı. Bu alana girmek için, kayıt olduktan sonra, bilgisayar ekranına bakarak üç kez “Ben Dünya Fuarı’na gitmek istiyorum.” demeniz, sonra parmağınızı delip kanı da monitöre sürmeniz gerekiyor. Ardından, oyun tarafından sunulan ve çok fazla renkli ışık patlaması içeren bir video izliyorsunuz. Bu ruhsal ve bedensel ‘inisiyasyon’dan sonra, belli aralıklarla videolar çekip yaşadığınız sanrıları anlatıyorsunuz, çünkü söylendiğine göre Dünya Fuarı herkesin korkutucu halüsinasyonlar yaşamasını sağlıyor. Dünya Fuarı’nda bedeninin plastiğe dönüştüğünü söyleyen, hep birileri tarafından izleniyormuş gibi hisseden insanların videolarını izleyen Casey, kendisinin de böyle sanrılar yaşaması gerektiğine inanıyor. Olmayınca da, bu sanal dünyada kabul görebilmek için kendince sanrılar uydurup videolar çekiyor.

Filmde varoluşsal yalnızlığı yoğun biçimde hissettirecek müthiş görüntüler var: Her şeyden önce, insansız kentler… Arabalar görünüyor, ofis binaları, fabrikalar, depolar görünüyor ama sokakta bir yılbaşı kutlaması dışında hiç insan görünmüyor. Film boyunca Casey ile birlikte trafiğin işlediği yollarda yürüyoruz ama tek bir insan bile görünmüyor; yürüyen, duran, oturan, hiç kimse… Eh, böyle olunca da, sanal alem gerçek dünyadan daha kalabalık, daha insansı görünüyor; ‘kendini besleyen halüsinasyon’un büyüyüp gelişmesi için çok uygun topraklar.

Neyse ki finalde hem Casey hem de oyunda tanıştığı JLB adlı adam, tüm bu sanrı oyununun saçmalığını kabul edip gerçek dünyaya dönüyorlar.

Sonra? Sonrasını bilmiyoruz; bu insanlar şu anki haliyle gerçek dünyanın bir halüsinasyon üretim merkezi gibi işlediğini, bundan kaçmak için başka halüsinasyonlara sığınmak yerine bunu değiştirmek için çabaladıklarında hayatın hem bireysel hem de toplumsal düzeyde nasıl anlamlı hale geldiğini görecek mi?

Gerçeğin hiç de kendini besleyen bir doğası olmadığını fark etmek, bu süreç için iyi bir başlangıç noktası galiba.