Türkiye televizyon tarihinde yepyeni bir şiddet dönemini açan, günümüzün Çukur gibi şiddet güzellemelerinin de yol göstericisi olan Kurtlar Vadisi (2003) dizisi konuşulurken seyirci kitlenin üstünde en çok durduğu konu, dizideki öykü ve karakterlerin gerçek kişi ve olaylardan esinlendiği söylentileriydi. Polat Alemdar karakterinin ülkücü terörist Abdullah Çatlı’dan, mafya babası Laz Ziya’nın damadı olan Süleyman Çakır karakterinin Dündar Kılıç’ın damadı ve bugünlerde epey popülerleşen Alaattin Çakıcı’dan esinlenildiği, dizideki olayların Kasım 1996’da Susurluk Skandalı’yla ortaya çıkan devlet-mafya terör ilişkilerini anlattığı söyleniyordu. Dizinin senaryo danışmanlığını da istihbarat-mafya-terör ilişkilerine dair kitaplarıyla ünlenen Soner Yalçın yaptığına göre, söylentilerin belli ölçüde doğruluk payı da vardı.

Aslında bu ‘gerçek olma’ hali neredeyse tüm diziler için geçerlidir; senarist başka bir gezegenden gelmiş olamayacağına göre, Süper Baba veya Çemberimde Gül Oya, hatta Mahallenin Muhtarları gibi komedi dizileri bile en az Kurtlar Vadisi kadar gerçek olay ve karakterlere dayanmaktadır. Ama toplumun ‘devlet baba’ kültüyle biçimlendirilen zihninde sokağın, esnafın, öğrencinin, fabrikada çalışan işçinin, yani bizzat halkın gerçeği, tetikçilerin eğilip bükülerek sunulan kirli ideolojik gerçeği kadar önemli değildir.

Hadi Kurtlar Vadisi’nin ülke gerçekliğinin birebir yansıması olduğunu varsayalım, o zaman ‘gerçeklik sevdalısı’ seyirci kitlenin sorması gereken asıl sorunun şu olması beklenirdi: İzlediğim bu gerçekliğin benim hayatımda denk düştüğü yer neresidir? Başka hiçbir kaynağa bakmadan, tek bir kitap karıştırmadan, sadece dizi üzerinden verilebilecek yanıt da basittir aslında: Ağzından ‘vatan millet Sakarya’yı düşürmeyen teröristler ve mafya devleti ele geçirmiş, bu ülkenin kaymağını yiyorlar. Şu ekranda kahraman olarak sunulan karakterler ve tetikçi tiplerin bir teki bile toplumsal üretime katkıda bulunmuyor. Bunların emekle tek ilişkisi emek düşmanlığında ortaya çıkıyor.

Rasyonel bir toplumsal yapıda böyle bir değerlendirmenin ardından, hem bu tür dizilere hem de ülkücü mafya-terör-devlet üçgenine karşı bir tepki gelişmesi beklenir. Oysa bildiğiniz gibi tam tersi oldu; emek ilişkilerinin olabildiğince görünmezleştirildiği, koskoca gerçeklik olgusunun basitçe silah, milliyetçilik ve hamasete indirgendiği diziler reyting rekorları kırmayı sürdürürken, oylar da yakın tarihte görülmüş en büyük halk düşmanlarına verildi.

Giriş jeneriğinde ‘gerçek bir yaşam hikâyesi’ olduğu özellikle belirtilen Masumlar Apartmanı gibi dizilerin gördüğü ilgiye bakılırsa, toplumun bu ilginç ‘gerçeklik sevdası’ hâlâ çok etkin. Ama işler öyle sarpa sardı ki, 17 yıl önceki gibi bir gerçeklik algısından söz edebilmek bile artık mümkün değil. 17 yıl önce, Metin adlı 45 yaşında bir adamcağız avcuna ‘İŞ-AŞ’ yazıp kendini astıktan (Samsun, 11 Aralık 2020) sadece bir gün sonra iktidarın başı ekrana çıkıp “Hiçbir vatandaşımızın işsiz ve aşsız kalmamasını temin ettik.” (Ankara, 12 Aralık 2020) diye rahat rahat yalan söyleyemezdi.

Şimdi, bunca yalan söyleyen bir iktidar bu halktan hâlâ oy alabiliyorsa, ya bu toplumun gerçeklikle hiç de iddia ettiği gibi ve kitle kültürü ürünlerine gösterdiği şekilde ilişkisi yoktur, ya da gündelik yaşamında bir türlü ulaşamadığı gerçekliği, olgular düzeyinde değilse de en azından duygular düzeyinde televizyon dizileriyle ikame etmeye çalışmaktadır. Her iki ihtimalde de toplumun yalanla ilişkisi, gerçekle ve doğruyla olduğundan çok daha sahicidir.

Verili toplumsal alan öyle bölünmüş durumda ki, yalanın yalanlığı ve gerçeğin gerçekliği hakkında uzlaşabilmek mümkün görünmüyor. Öyleyse, önce gerçeklik algısını nasıl dönüştürebileceğimizi tartışmak lazım. Bunun içinse, belki yalanların gerçekliği ve gerçeklerin yalanlığı üstüne düşünce oyunları ve anlatıları da içeren yeni bir kültürel akıl geliştirmek... Belki böylece halkı yeniden gerçekleştirmek mümkün olabilir.