Üsküdar Belediyesi’ne bağlı Acıbadem Mahalle’sinin sakinleri uzunca bir süredir mahallelerindeki TİBAŞ vakfı arazisinin Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’na 49 yıllığına bedelsiz verilmesini protesto ediyor. Başlangıçta park ve kültür merkezi yapılacağı sözü verilen alana önce yurt, sonra mescit ve en son da market yapıldı. Acıbadem Tibaş Parkı Gönüllüleri olarak mahalleliler, hem yapının kendisine, hem bir cemaate tahsis edilmesine hem de sunduğu hizmetlere karşı mücadelelerini sürdürmekte kararlı görünüyor. Kamusal alan olarak planlanma sözü verilen bir alanın iktidarın siyasal-sosyal-ekonomik beklentileri doğrultusunda dönüşmesi ve halktan koparılması elbette ilk defa gerçekleşmiyor.

Herkesin bildiği gibi AKP’li belediyeler uzunca bir süredir bir kent politikası olarak zaten türlü cemaatleri, tarikatları destekleyen yerel merciler olarak iş görmekteler. İmamoğlu’nun kolları sıvayarak yaptığı konuşmasında bunu vurgulaması da tesadüf değildi. Fakat kentsel mekân ve hizmetlerin kamu kaynakları kullanılarak çeşitli cemaatlere devredilmesindeki artışa bakılırsa, bu sorunu kentsel muhalefet bağlamında ıskalamamak ve hatta sık vurgulamak önem kazanıyor.

Aslında ülkemizde hükümetin kentleşme politikasının temel özellikleri arasında bilimden uzaklık ve rantçılığın başı çektiğini kolayca söyleyebiliyoruz. Bu sürecin sonuçlarını kentlerin sürekli büyümesinde, doğal alanların geri dönülmez hasar almasında bariz bir şekilde görebiliyoruz. Gerek afet yasası, büyükşehir yasası gibi yasalarla yapılmış olan değişikliklere bakıldığında gerekse de megaprojeler gibi uygulama örneklerine bakıldığında, tüm bunların hükümetin neoliberal talana dayalı politikalarına denk düştüğünü söyleyebiliyoruz.

Öte yandan kentleşme politikasının bir diğer unsurunu da, kamu kaynaklarının kimlere aktarıldığında, mekânsal kaynakların hükümetin siyasal İslamcı ideolojisine denk bir şekilde dönüştürülmesinde gözlemleyebiliyoruz. Devasa camiler, imam hatip liseleri, cemaat ve tarikatlara devredilen arazi, arsa veya binalar gibi uygulamaları buna örnek olarak düşünebiliriz.

Kentsel mekân ve hizmetlerin bu türden dönüşümü, toplumsal yaşantının yeniden üretiminde cemaatlere hâkimiyet alanı sağlıyor. Bu hâkimiyetle eş zamanlı olarak bu alanlara yönelik kamusal hizmetlerin zayıfladığını da gözden kaçırmamak gerekiyor. Türkiye’nin ilk pandemi hastanesi olarak kurulan Heybeliada Sanatoryumu’nun veya kentin önemli bir endüstriyel mirası olan Bomonti bira fabrikasının, yani kentsel, tarihsel, kültürel unsurların Diyanet İşleri Başkanlığı’na tahsis edilmesi gibi kararları da bu politikanın bir uzantısı olarak değerlendirebiliriz.

Burada önemli olan nokta bu kararların kentsel-mekânsal veya kentsel-toplumsal ihtiyaçların tespitinden ziyade, hükümetin politik ve ekonomik rantına dayalı biçimde belirleniyor olması. Bu da bize kentsel muhalefetin, kamusal kaynakların vakıflar, yurtlar gibi dini hizmete dayanan kurumlar aracılığıyla tarikatlara, cemaatlere aktarılmasına karşı durmayı içermesi gerektiğini gösteriyor.

Bu tip uygulamaların artan şekilde yaygınlaştığı düşünüldüğünde meselenin kent hakkı talebi olarak ifade bulması ve bu bağlamda halkın ihtiyaçlarına denk düşmeyen siyasal İslamcı kentçiliğin de sonlandırılmasını talep etmek her zamankinden daha acil bir hal alıyor. Bu anlamda kentlerin, kamusal alanların, kamu kaynaklarının hükümetin ideolojisini besleyecek şekilde bölüştürülmesini, kent hakkının ihlali olduğunu söylemeli ve tümüyle sonlandırılmasını talep etmeliyiz.