Kitaplar ve hayat açık…

Uzunca bir süredir, ne zaman televizyonu açsam, Türkiye’deki TV kanallarında başka bir dilde konuşulduğuna tanık oluyorum. Sürekli değil, siyasi bir mevzuya geçer geçmez Politikacılar kürsüye çıkıp konuşmaya başlar başlamaz başka bir dilde anlatmaya koyuluyorlar, bildiğim bilebileceğim bir dil değil, çok derin ve anlamlı şeyler söylüyorlarmış gibi yapıyorlar, onları dinleyenler de öyle dinliyorlar. Sonra yüzlerine bakıyorum, hepsi öylesine derin bir üzüntü içindeler ki, bıkmışlar sanki, yorulmuşlar başka bir dilde konuşmaya çalışmaktan. Bilmediğim bir şeyler dönüyor diye düşünüyorum. Kış mevsiminde baharı yaşadığımız günler gibi tuhaf…

Gerçeklik, kurmacadan daha şaşırtıcı, hatta gerçek dışıymış gibi… Mesele iktidar savaşıysa nasıl da çığrından çıkıyor her şey. Ama bu durum, dünya hepten kötüye gittiği anlamına da gelmiyor elbette, sadece gidiyor. Thomas Bernhard’ın nasihati önemli, bütün bu yaşananları bir müsveddenin başarısız ilk taslağı gibi görmeli, o zaman hayalgücü daha da anlamlı hale geliyor. Hayat denilen bu taslak üzerinde hayalgücüyle oynamalar yaparak yaşamak… Joel Kovel’in “Arzu Çağı”nda yazdığı gibi, dünyadaki gerçek iyilik genellikle sessizce gerçekleşir kötülüğün aksine, sayısız küçük ilerlemelerle…

Bolano’nun “Katil Orospular” öykü kitabında vardı, Paris’te bir diskotekte sabaha karşı ölen bir adamın hayalete dönüşmesi... Hayalete dönüşürken, Patrick Swayze’nin oynadığı “Hayalet” filmindeki sahneleri taklit ederken yakalıyor kendini, izlerken abartılı gelmiş olsa da, başına gelince… Kurmacanın gücü… Daha önce hayalete dönüşmemiş biri, hayalet olunca mecburen izlediği film ya da okuduğu kitaplara başvurmak durumunda kalabilir. Aşklar da öyle değil mi, izlediğimiz film ya da okuduğumuz kitaplara başvurmuyor muyuz başımıza geldiğinde? İlk gençliğimde sevgilime Yılmaz Güney gibi pozlar kesmişliğim olmuştur, o da Filiz Akın’ı taklit etmiştir muhtemelen, neydi o bakışlar öyle. Peki ya bu ülkeyi yönetenlerin referansları neler? Neye özeniyorlar? İmparatorluk zamanına mı?

Kovel, ezilenleri tehdit eden şey mağduriyet değil, mağduriyetin bozulmasıdır der. Mağduriyet, arzuların baştan çıkarıcılığına karşı koruyucudur, içeride taşınan ilksel arzuyu muhafaza ederek sorumluluktan kurtarır, içsel nefretin üstünün örtülmesine yardım eder, huzur verir. Roman ve filmlerdeki hayaletler, arzularının peşinden gider, korkutucu olmaları yaşarken üstünü örttükleri nefretlerinden kaynaklanır, yaşayamamış olmanın nefreti…

Hayalete dönüşseniz siz ne yapardınız? Yaşarken yapamadığınız şeyleri mi, intikam mı almaya çalışırdınız birilerini korkutarak, yoksa korkutmak pahasına sevdiklerinizin yanından ayrılmaz mıydınız? Ben ya okyanuslara açılan gemilerden birine atlar dünyayı dolaşır ya da kütüphanelerden çıkmazdım muhtemelen, bir de yazabilsem…

Bolano’nun kahramanı, ölünce bir ölüsevicinin yanına gidiyor, sedyecilere rüşvet vererek cesedi getirten bir ünlünün evine. Bolano, öyküsünde “sanatçı bozmaları” dediği kişilerin ölüseviciliğiyle dalga geçiyor. Ama öyle yıkıcı bir dalga geçme değil, onlardaki kırılganlığa üzülüyor biraz. Yani iyi bir hayalet… “Sanatçı bozmaları”nın ölüseviciliği, gerçekte yaşayamıyor oluşlarıyla, arzularının engellenmişliğiyle açıklanır sanki öyküde, başarısız olma korkusuyla, başarılı olsalar dahi… Bir hayalete dönüştüklerinden habersiz… Marx’ın “Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları”ndaki bir sözünü hatırlıyorum: “Tutku, insan yeteneklerinin nesnesini elde etmeye çalışmasıdır.” Tutku lazım bu çağa…

Anlamıyorum televizyon kanallarındaki yorumcuların konuşmalarını. Ya onlar hayalet, ya da ben… Yüzlerine bakınca gördüğüm kırılganlıklar ve yaşadıkları üzüntü, hüzünlendiriyor beni. Sanki karanlık bir odada kendi kendilerine konuşuyorlarmış gibi… Kapatıyorum televizyonu, kitaplar ve hayat açık…