Yönetmenler, filmleri vizyona girmeden önce ve gişe sonuçlarından sonra kurdukları cümlelerle birer tartışma başlatıyorlar ve bu tartışmalar başka konu başlıklarını da açmaya yarıyor. O yüzden tek bir başlık yok ama belli ki sanat sineması ve popüler sinemada gerek ekonomik gerekse ideolojik süreçler çerçevesinde, anlatı yapısı, mekânsal yapısı (sinema salonu vd.) ve seyircisine dair muğlak noktalar, problemi derinleştirmeye devam etmekte. 1970’lerde televizyon, insanların hayatlarına yeni bir eğlence aracı olarak girince sinema seyircisinin salonlardan çekilmesine sebep olduğunda da böyle olmuştu. 1980’lerde video kasetler ile ev sineması keyfinin başlamasıyla sinema salonları hızlı bir şekilde seyirci kaybetmeye başladığında da. Yeni teknolojiler sinemanın ekonomisinin değişimine vesile olmanın yanı sıra, sinemayı kültürel olarak da dönüştürdüğüne hep şahit olduk. Bu değişimler de büyük sinema salonlarının seyirciyi çekebilmek için hep yenilikler sunmasını gerektirdi. Ama bugün seyirci derken hangi seyirciden bahsettiğimizi daha iyi anlamamız gerekli.

Mekânsal yapı olarak ise internet üzerinden dijital platformlar aracılığı ile sinema filmleri bir kol saatinden bile izlenebilmekte artık. Sinema anlatı açısından ise durum daha da karmaşık. Kısacası hem ekonomik hem kültürel anlamda çok büyük bir dönüşümün içerisindeyiz. Ve bu dönüşümün başını bana kalırsa bu sefer teknoloji değil, genç seyirci çekmekte.

FİLMLERİN UZUNLUĞU

Son tartışmalara baktığımızda bunlardan birini, yeni filmi “Licorice Pizza”nın tanıtımı için The New York Times gazetesine konuşan ünlü yönetmen Paul Thomas Anderson başlatmış oldu. Magnolia, There Will Be Blood, Phantom Thread gibi harika filmlerin yönetmeni “Bir sinema filminin ideal süresi 2 saat olmalıdır.” dedikten sonra bununla neyi kastettiğinden ziyade tartışmalar bugün “Filmler çok mu uzun?” yönüne kaymış gözüküyor. Tartışmaları takip ederken gerçekten de Magnolia filmini 3 saat olduğu için izlemeyi tercih etmeyenler olduğunu gördüm. Bir filmi birçok sebepten dolayı ‘çok uzun’ bulmak başka, onu izlememek için kriter olarak belirlemek başka. Peki filmin süresine göre filmi izleyip izlememeye karar verenler kim? Bu sorunun cevabı bizi son günlerin en çok düşündürmesi gereken anket sonuçlarına vardırmakta.

YÜZDE 16 SÜREYE BAKIYOR

“Audience-ology” kitabının yazarı ve eğlence, medya sektörlerinde araştırma ve veri analizi yapan Screen Engine/ASI firmasının CEO’su Kevin Goetz’in yürüttüğü, The Times için özel olarak yapılan yeni anket verilerine baktığımızda sinemaseverlerin yarısından fazlasının bilet almaya karar vermeden önce filmin süresini araştırdıkları anlaşılmakta. Ve bunu yapan kitlenin ağırlıklı olarak genç izleyiciler olduğu da anket ile somutlaşmış durumda. Amerika genelinde 2.055 sinema izleyicisi ile yapılan ankete katılanların yüzde 36’sı filmi izlemeye karar vermeden önce “genellikle” filmin süresine baktığını söylerken, yüzde 16’sı buna “her zaman” baktığını, yüzde 32’si ise “nadiren” filmlerin süresine baktığını söylemekte. “Asla” bakmam diyenlerin oranı ise yüzde 16. Yaş durumlarına göre dağılıma baktığımızda ise; 35 yaş altındakilerin yüzde 55’inin “her zaman” ve “sıklıkla” filmlerin süresinin uzunluğuna bakarak filmi izleyip izlemeyeceklerine karar verdiğini görmekteyiz.

KÜÇÜK VE ZEKİ FİLMLER

Bu noktada, genç jenerasyonun bazı kaliteli işleri ıskaladığını görmek de mümkün. Hatta yönetmen Ridley Scott da son zamanlarda bundan şikâyetçi. Bu yılın en iyi filmlerinden olan Son Düello filminin gişe hezimetinin sebebini, yönetmeni Ridley Scott ,cep telefonlarıyla büyüyen ilgisiz Y kuşağına bağladı. Bunun karşılığında aldığı tepkiler agresif ve filmin çok uzun olduğu yönünde oldu. Film 2 saat 30 dakika idi ve bana göre filmin bir dakikası bile fazla değildi ve her şey zirve noktasına doğru şekilde ulaşmıştı. Açıkçası seyir deneyiminin küreselleşmiş boyutunu her birimiz eş zamanlı olarak deneyimlemekteyiz hem filmin anlatısı, mekânı ve seyircisi açısından. Ama bir denge bulunması gerekmekte. “Filmler amma da uzun!” tartışması elbette yeni değil. Ancak bu seferki tartışma, pandemi döneminin yarattığı deformasyonu da göstermekte. Ve kabul etmeliyiz ki pandemi sebebiyle değişen hayat tarzından en çok etkilenenlerin başında gençler geliyor. Elbette özellikle genç seyircideki ilgisizlik, doyumsuzluk, endişe film izleme kültürünü daha da derinden değiştirebilir. Ama ben hâlâ yayın akışlı medyanın (streaming) büyük ekran sinemanın sonunu getireceğine inanmıyorum. Çünkü sinemayı kurtaracak olanın, hedef seyircisi yetişkinler olan, küçük ve zeki filmler olacağını biliyorum.