Bugün 17 Nisan, Köy Enstitüleri’nin 82. Yaş günü; benim gibi son demlerinde olsa da orada okuma olanağı bulanların da asıl doğum günüdür.

Gerçek nitelikleriyle, çok değil, yalnızca beş yıl yaşayabilen enstitüler üzerine ne kadar yazılsa azdır.

Çünkü bu kurumlar, yalnızca bir eğitim olayı değil, dünyada benzeri olmayan, izleyen yıllarda bu ülkeyi yönetenler değerini anlamasa da, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) tarafından diğer ülkeler tarafından örnek alınması istenen, özgün, bir toplumsal gelişme ve ilerleme girişimidir.

Enstitüler, yurt düzeyine, dengeli, daha doğrusu bölgesel gelişme yönünden tümüyle eşitlikçi bir anlayışla yerleştirilmiştir. Hiçbiri bir büyük kentin içinde değildir; Ülkenin tüm illeri, daha doğrusu köyleri kapsanmaktadır. Yalnızca köy çocuklarının, ilkokul eğitiminden sonra sınavla girebildikleri bu okullarda eğitim, kadın-erkek eşitliği ilkesinin bir sonucu olarak, karmadır.

Enstitü eğitimi, gerçekten nitelikliydi; başta bizi birleştiren Türkçe olmak üzere, her dersin ayrı bir önemi vardı. Yurt sevgisiyle donanmış, yalnızca ve yalnızca bilgiye bağlı birey yetiştirilmesi temel ilkeydi.. Ek olarak, yine edinilen bilgilerin, olabildiğince üretim için kullanılması temel ilkedir. Enstitü, bilginin üretime dönüşmesi olarak tanımlanabilir.

Burada üretim, yalnızca tarımsal üretim, bina bakım ve onarımı anlamına gelmiyor; yazın ya da edebiyat, müzik, resim, heykel, tiyatro gibi her türlü kültürel ve sanatsal yaratıcılığı da içeriyor.

Özetle, Köy Enstitüsü demek, bilgi, üretim ve kültür üçlüsünün, o günlerin köyünü, kendi içinden değiştirilmesi için birleşimi demektir. Enstitüde okuma olanağı bulmak, benim gibi yoksul köy çocukları için gerçekten yaşamsaldı; toplum için de çok anlamlı ve önemliydi. Enstitü eğitimi, bireysel ile toplumsalın kavuşmasıdır.

İKİ KİTAP, İKİ ANI

Bugün, yalnızca, iki kitap ile ilgili anılarımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Her enstitü öğrencisi gibi, onlu yaşlarımda çok sayıda görev ve sorumluluk üstlendim. Bir süre Çifterler’de okulun kütüphanesinde görevlendirildim.

İlk ilgimi çeken, doğal olarak, yasak kitapların konulduğu oda oldu. Almakta olduğumuz eğitime göre asla yasak kitap olamazdı. Çok ilginç olan o yasak kitaplardan birinin, İsmail Habip Sevük’ün Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan ve 1930’larda liselerde ders kitabı olarak okutulan edebiyat kitabı olmasıydı. Kitapta o yıllarda vatan haini diye kamuoyu oluşturan çevrelerce sürekli suçlanan ve şiirleri yasak olan Nazım Hikmet’in şu iki şiiri vardı: “Yalınayak” ve “Türk Köylüsü”.

Anlıyordum ki, 1950’lerde, bizi yazan şair yasaklıydı ve de ülkede 1930’ların düşünce özgürlüğü bile yoktu. Bu toplum, en büyük şairlerinden birini, kanımca birincisini, yaklaşık on yıl sonra, 1960’ların özgürlük ortamında okuma olanağı bulacaktı.

İkinci kitap olayı da şöyle: Kütüphanemize Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderilen kitaplardan biri, o güne değin görmediğimiz lüks kâğıda basılmış olan “Tarihi Maddeciliği Reddiye” adlı, Hilmi Ziya Ülken’in yazdığı kitaptı. Bu kitabı, üstelik birkaç kez dikkatle okudum; hiçbir şey anlamadım. Türkçe öğretmenim Osman Şahintaş’a gittim; durumu anlattım. Bana, “sen de üniversiteye git, felsefe oku” dedi. Öğretmenimin sözünü tuttum. Çünkü, bize reddettiğimiz her neyse onu da doğru öğrenmemiz gerektiği, özellikle öğretilmişti.

ÇOK SONUÇ

Köy Enstitüleri’nden bir değil, bilimsel eğitim, ona dayalı üretim, düşünce özgürlüğü, eleştirel bakış, barış, kadın-erkek eşitliği, bölgesel gelişme dengesi, sanatın yerel-ulusal-evrensel yönleri, çevre duyarlılığı, halk sağlığı vb. çok sonuç çıkar. Ancak şunu özenle belirtmeliyim: Enstitülerin tüm ülkeye öğrettiği gibi, ailede ve okulda çocuğun ve gencin yaratıcı yeteneklerini serbestçe geliştirmelerinin sağlanması asıl belirleyici etkendir.

Bir soru: Orta öğretimde Evrim Teorisini yasaklamış olan bugünün Türkiye’sinin üniversitelerinde “yasak kitaplar” olayı yaşanıyor mu?