Kuşku yok ki, küresel bir kırıma yol açan koronavirüs aynı zamanda geleceğe dönük belirsizliklerle dolu bir risk ortamına ve belki de II. Dünya Savaşı’ndan sonra karşılaşılan en büyük küresel krize yol açtı.

Sağlık sisteminden ekonomiye pek çok boyutuyla daha yıllarca incelenecek bu dönemin epeyce tartışılacak yönlerinden biri de krizin iletişimi.

Kriz iletişimi kriz yönetiminin olmazsa olmazlarından ve krizi yönetenleri başarıya götürecek başat faktörlerden biri.

Başarılı bir kriz iletişiminin temelinde; sorumluluk üstlenmiş bir yöneticinin her an toplumun karşısında olması, sorumlular arasında uyum, şeffaflık ve toplumun olabildiğince geniş kesimlerinin kucaklanarak maksimum güvenin verilmesi var.

Bu açıdan bakıldığında, küresel anlamda üç coğrafi bölgede üç farklı eğilimden ve öne çıkan bazı özelliklerinden söz etmek mümkün: Asya’da virüsün ve krizin çıkış noktası olarak görülen Çin, Avrupa ve Amerika kıtasında da ABD.

Çin, sosyal medyada devlet kontrolü dışındaki iletişim bir yana bırakılırsa, büyük ölçüde tek sesli (bir anlamda uyumlu) ve önemli ölçüde devlet başkanı Xi Jinping’in öne çıktığı bir kriz iletişimi yürütüyor.

Bunun ne kadar şeffaf, toplumun geniş kesimlerini kucaklayıcı ve güven verici olduğu başta ABD olmak üzere Batı’da, özellikle basın ve ifade özgürlüğü çerçevesinde, oldukça sert eleştirilere konu olsa da ABD ile kıyaslandığında Çin’in durumunun hiç fena olmadığı söylenebilir.

ABD’nde de büyük ölçüde Başkan Trump üzerinden yürüyen bir kriz iletişimi var. Daha özgür bir gazetecilik ortamı sayesinde, bu iletişimin güven vermekten, şeffaflıktan ve toplumun geniş kesimlerini kucaklamaktan ne kadar uzak olduğu tüm çıplaklığıyla görülüyor!

Kriz iletişimi açısından Beyaz Saray’ın son fiyaskosu, Trump’la baş sağlık danışmanı Dr. Fauci arasındaki atışma oldu. Fauci televizyonda salgını durdurmaya yönelik önlemlerde geç kalındığını söylerken, Trump resmi tivitır hesabından “Fauci’yi kov” etiketli mesaj paylaştı!

Türkiye’de iktidarın, ABD’ndeki gibi kendisini sorgulayabilen bir medya olmaması sayesinde, kriz iletişimi konusunda Trump’tan bir tık daha iyi durumda olduğu söylenebilir!

Avrupa, Macaristan’dan İtalya’ya, İspanya’dan Almanya’ya kadar olan yelpazedeki çeşitlilikle ele alındığında, Almanya’nın gerek medyasının gerekse de kriz iletişiminin figürü Merkel’in performansı ile öne çıktığını söyleyebiliriz.

Merkel kamuoyu önüne gerektiği kadar çıkarak, her şeyin bilimin ışığında yapıldığına vurgulayarak, hiçbir toplumsal kesimi dışlamayarak, güvenilirlik ve şeffaflık açısından oldukça başarılı bir kriz yönetimi sürdürdü. Siyaseten Merkel ile taban tabana zıt yerlerde duranlar da onun salgın konusunda söylediklerinden kuşku duymadılar.

Peki, ya biz?

Bir yetkilinin, burada Sağlık Bakanı Koca oluyor, düzenli olarak toplumun karşısına çıkmasını, açıklamalar yapıp sorulara yanıt vermesini yeterli sayarak -ki bu performansı onu güvenilirlik sıralamasında Erdoğan’ın üzerine taşıdı- huzur bulmak isterseniz, bulabilirsiniz.

Ancak, böylesi bir salgın yönetiminde yer alması gereken kimi kesimler dışlanıyorsa, en önemli bileşenlerinden biri olması gereken TTB “Süreç şeffaf yönetilmiyor” diyor ve her gün kamuoyu karşısına çıkan yetkilinin açıkladığı rakamlar konusunda kuşku ifade ediyorsa, her gün konuşan yetkili asıl olanın kendisinin üstündeki bir yetkilinin kararları olduğunu vurguluyorsa ve o en yetkili “ulusa sesleniş”leri ulusun yarısını hedef tahtasına oturttuğu bir “ulusa serzeniş”e dönüştürüyorsa kriz iletişiminin kendisi bir kriz olmuş demektir.