Ülke, bütüncül bir küçülme dönemi yaşıyor; siyasetiyle, üretim anlamında ekonomisiyle, bilimiyle ve düşünce düzeyiyle küçülüyor.

Bu topyekûn gerileme süreci, geçtiğimiz günlerde, iktidarı ve muhalefetiyle siyasette ve düşünce dünyasında yaşananların da kanıtladığı gibi, yeni derinlikler, daha doğrusu göçüklerle devam ediyor.

SİYASETİN DÜZEYSİZLİĞİ

İktidardan başlayalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen hafta TRT’de çıktığı bir kişiye özel programda, çok önemli ve etkili açıklamalar yaptı. Önceden kurgulandığı sırıtan bir soru üzerine, başbakanlık ve bakanlık yapmış olan eski çalışma arkadaşlarının o görevlere kendi liyakat ya da yetenekleri ile gelmediklerinin altını çizdi. O görevlere, kendisi tarafından getirildiklerini ve şimdi de parti kurmakla “ihanet içinde” olduklarını söyledi.

Önceki dönemin danışman, bakan ve başbakanı Davutoğlu da, anında yanıtladı: “Biz olmasak Erdoğan bir hiçti!”

Böylece, yakın yıllarda devlet yönetiminin en tepesinde geçerli olan insanlık ve insan ilişkilerinin niteliği de sergilenmiş oluyor. Dahası, soru sahibi gazeteci ya da diğer çağrılı gazeteciler, Başkan Erdoğan’a “siz sonradan hain olacak yeteneksizleri mi seçtiniz?” diye soramıyor.

Bu görünüm, tek başına, siyasetin iktidar tarafının gerçek küçüklüğünü hiçbir yorum gerektirmeyecek biçimde gösteren bir özellik taşıyor.

İktidar böyle de, muhalefet çok mu farklı? Sürekli doğum sancıları çeken ancak bir türlü doğuramayan Altılı Masa muhalefeti de, sadece geçen hafta birkaç gün içinde olanların da bir kez daha kanıtladığı gibi büyük sarsıntılar geçiriyor.

Altılı Masa, nedenini kamuoyuna açıklama gereği duymadan ağustos toplantısını 15 gün erteleyerek ayın 21’ine atmış bulunuyor. Tam da bu sırada Gelecek Partisi Genel Başkanı Davutoğlu, kendi partisi, Saadet Partisi ve Ali Babacan’ın DEVA partisi ile birlikte bir üçlü ittifak ya da “masa içinde masa” kurma girişiminde bulunuyor. Davutoğlu’nun yaptığı açıklamaya göre önerdiği Üçlü ittifak, daha önce bu köşede (“Direksiyon Davutoğlu’nda!” BirGün, 12 Haziran) değinildiği gibi, “endişeli muhafazakârları ikna” amacına yönelik olacaktı. DEVA Partisi bu öneriyi kabul etmedi ve Davutoğlu bu tutumu nedeniyle bir taraftan Babacan’ı kamuoyu önünde eleştirirken bir taraftan da Erdoğan’ın gerçekleştirilmesinde başarısız olduğunu vurguladığı “davayı” tam bir kararlılıkla sahipleniyordu.

Bu sırada Altılı Masa’nın kurucusu olarak bu ülkenin sağcılarından büyük alkışlar almakta olan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu’nun “Fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren Allah’tır” diye bilimsel (!) bir açıklama yaptığı sırada başka tarafa bakmaktaydı. Genel Başkan mutfağından yaptığı yeni bir video yayını ile elbette fiyatlarla bu anlamlı (!) açıklamaya hiç değinmeden, iktidara geldiğinde otomobilden alınan ÖTV’yi nasıl düşüreceğini böylelikle gençlerin nasıl sıfır kilometrede otomobil sahibi olacaklarını, ayrıntılı olarak anlatmakta sonra da Ağrı’da türbe ziyaretine gitmekteydi.

Özetle, küçülme bakımından, muhalefetin de niteliksel olarak iktidardan hiç bir farkı yoktu.

BARIŞ ÇAĞRISI

Bu toplum on yıllardır, yerinde bir deyimiyle, barışa hasret. Gün geçmiyor ki, yurdun bir evine şehit ateşi düşmesin.

Yine yıllardır Edirne’de hapis yatmakta olan HDP önceki dönem eş genel başkanı Selahattin Demirtaş, genel kamuoyuna, tutarlı ve güçlü bir barış çağrısı yaptı.

Bunun üzerine ülkenin adı bilinen onlarca yazar, siyasetçi ve düşünürü, Demirtaş’ın çağrısını esas alan bir barış bildirisi imzaladı.

Elbette, seçime gidilen bir süreçte, ülke içi barışın öncelenmesi, topluma mal edilmesi ve siyaseti etkileyecek bir duruma gelmesi, çok gerekli ve önemlidir.

Barış çağrısı, belki, yine Demirtaş’ın görüşlerine gönderme yapılarak gerek katılım, gerekse içerik olarak çok daha kapsamlı hazırlanabilirdi.

Önce, barışa gönül vermiş olan sanatçı, yazar, bilim insanı gibi kişilerini, sonra da baro, sendika, meslek oda ve birlikleri ve diğer dernekler gibi kurumlarının katılımını olabildiğince gerçekleştirilmeliydi. Ön toplantılar yapılarak, bu amaçla, son yıllarda çok yaygınlaşan sanal iletişim olanaklarından, ortak toplantılar düzenleme yoluyla yararlanılarak, yazmanlar ve yürütme kurulları oluşturularak çok kapsamlı hazırlanmalı ve toplumun tüm hücrelerine ulaşan geniş bir imza kampanyası ile yürütülmeli, sonuçlandırılmalı ve başta Başkan Erdoğan olmak üzere iktidarı, muhalefetiyle tüm siyasete diğer kesimlere, geniş katılımla verilmeliydi.

Aslında, böyle yapılsaydı, adına uygun bir coşkuyla toplumu ve buradan siyaseti de etkiler ve barışa ulaşmanın altyapısı olarak amacına ulaşabilirdi. Bu, başarılamadı; çağrı, çok etkisiz kaldı; Demirtaş’ın çağrısı kadar bile ses getiremedi. Gerçekte bu sonuç, 12 Eylül 1980 döneminin Aydınlar Dilekçesi düşünülürse, ülkenin düşünce düzeyinin o tarihten buyana ne kadar küçüldüğünün çok önemli bir göstergesidir.

Bir ülke bütünüyle bir küçülme sürecine girmişse, çok yazık ki, barış gibi gerçekten kutsal bir değer ile ilgili girişim bile, çok sınırlı ve etkisiz kalıyor; küçültülüyor.

Siyasette, basında ve giderek barış konusunda yaşanan bu el ele ya da bütüncül düşüşlerin, kuşkusuz sonu gelecek ve ülkece yükselişe geçilecek. Asıl soru, bunun nasıl ve ne zaman gerçekleşeceğidir.