Sabah uyandığımda, hâlâ geceydi sanki, karanlık. Perdeyi açınca gökyüzünün tamamen külrengi bulutlarla kaplı olduğunu gördüm. Rüzgâr olmasına rağmen hareket etmiyordu hiçbiri, sonra bulutlar kırılıp kül olarak yağmaya başladı. Yaşadığım şey, elbette bir rüyaydı; ama uyandıktan sonra, külrengi bulutlardan gözümü ayıramadım hiç, kırılıp dağılacaklarmış gibi...

Vapurda, Kitap-lık dergisindeki Roland Barthes söyleşisini okurken, gördüğüm rüyayı düşünüyordum. Barthes, vapurun güvertesinden külrengi bulutlara bakıp, “Yazar yalnızdır, eski ve yeni sınıflar tarafından terk edilmiştir. Başlı başına yalnızlığın hata olarak görüldüğü bir toplumda yaşadığı oranda, düşüşü daha vahimdir” dedi ve bu yalnızlığı, 1945’ten bu yana entelektüel sınıfın yaşadığı hayal kırıklıklarına bağladı. Belki 1979’da Barthes’ın dediği gibiydi durum, ama şimdi geçmişe göre o kadar çok “yalnızlık konumu” vardı ki, artık sadece yazarların da meselesi değildi. Hayaller, külrengi bulutlar gibi kırılıp belki kaplamıyordu şehrin üzerini, ama içimizi külle kapladığı kesin. Gerçekte ne hissettiğini ya da düşündüğünü bilemeyecek kadar sessiz...

28 kurşun sıkmışlar bedenine, parçalamışlar ve zırhlı aracın arkasına bağlayıp sürüklemişler… Bulutlardan biri, hareket etmiyordu artık. Her şey gözümüzün önünde ve göz göre göre yaşanırken, kimsenin hiçbir şeyi öngörememesi… Marguerite Duras belirdi o sırada vapurun güvertesinde, kederliydi… “Hiçlik ve boşluk… Her şey bomboş ve rüzgâra kapılmış. Bu iki cümle, dünyanın edebiyatına bedel. Bu iki cümle, yalnız bunlar dünyanın kapılarını açar: Şeyler, rüzgârlar, çocuk çığlıkları, güneş bu çığlıklarla ölür. Batsın bu dünya.” Dünyanın batışını izliyorduk güverteden… Gazetecilerin dövülüşünü, kafalarına silah dayanıp tehdit edilişini, gencecik insanların öldürülüp sokaklarda sürüklenişini ya da tabutlarının kürsü gibi kullanılışını… Üzerimizden Rus ve NATO savaş uçakları geçerken, kıyılara vuran mültecilerin cesetlerini izliyoruz. Siz de izliyorsunuz ama kimse görmüyor…

Salecl, “Seçme İkilemi” kitabında, “Şahların Şahı” adlı bir kitaptan bahsediyordu: “1979 İran Devrimi’nin tarif eden Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuscinski, polisin sokakta bir adamı durdurmaya çalıştığı ve adamın bunu takmadığı ânı, dönüm noktası olarak belirler. Peşinden gösteriler gelmiş, nihayetinde rejim çökmüştür. Bu değişim bir seçim meselesi olmuştur, ama aynı zamanda öngörülemez ve kontrol edilemezdir. İdeolojimiz bize rasyonel seçimin kontrolü elimizde tutmamızı sağlayacağını, hayatı öngörülebilir kılıp riskleri ortadan kaldıracağını öğretirken, aslında seçim tam da geleceği öngörme becerimizi ortadan kaldırır.” Salecl, John Lennon’dan bir şarkı sözüyle anlatıyordu bu durumu: “Sen başka planlar yaparken / başına gelen şeydir hayat.”

Partilerin seçim bildirgelerinde vaatler vardı sadece, planlarsa hep gizliymiş gibi, başımıza gelenler hep gizli dosyalarda yazılanlar değil mi? Siyaset onlar için hileler ve dolambaçlı yolları gösteren haritalardan ibaretti ve umudun sahtesi, daha beter umutsuzluklar doğuruyordu. Hiçbir şeyin iyiye gittiği yoktu, çünkü silahlar susmadan iyi olacak hiçbir şey yoktu. Her şeye rağmen çoğunluğun savaş istediğine inanmıyordum. İnanmadığım bu şey, elimde kalan tek umuttu. Duras, “çocukların yağmuru”ndan bahsetti sonra, güneşi doğuracak yağmurdan, her şeyin doğal olacağı ve sonra hep birlikte yürüyeceğimiz o günden, hep birlikte… Walter Benjamin, “Düşman kazanacak olursa, ölüler de payını alacak bundan” diye yazmıştı. Barış kazanacak olursa, yaşayanlar değil sadece, ölüler de… Kafamla kalbimin birbirinden ayrılmadığı çocuk aklımla, rüyamı böyle yorumladım. Yağmura yakalandım sonra, bir saçak altında bunları yazdım. Turgut Uyar’ın “durduk ve yeniden umutlandık” dediği şey… Durduk...