İstanbul Mısır çarşısındaki bir lokantada çalışan garsonlar varmış. Doksanın ortalarına doğruymuş. İlkokul mezunu ya var, ya yoklar, Türkçeleri Kürtçeden bozma kırık, -umumiyetle hiç konuşmaz, sessiz çalışırlarmış- yüzleri hep mahcup bu üç garson, beyaz yakalı ve hep ütülü gömlekleriyle masalara bardak, çatal, mendil koyarmış, varlıklarını kimselere fark ettirmeden, arka taraflardaki depo ve mutfak işlerini yaparmış. Bir yandan ise, doğudan gelen her habere nedense bir şey söylemek zorundaymış gibi, mimikleriyle çatışmalara şaşar, elleriyle ölenlere üzülür, dudaklarıyla cık cık edip ölümlere karşı çıkar, konuştukları nadir anlarda, biz Kürdüz ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız, derlermiş. Kederlendiklerinde, iş ve maaş yetmediğinde, köydeki aile efratlarını özlediklerinde, hayat hakkında herkes gibi şikâyet ettiklerinde, ah memleket diye inlerlermiş. Halbuki memleket bir imkânsızlıkmış, imkânsız şeyler ise hep mükemmelmiş. Kürdün aklımdaki görüntülerinden biri, şimdi nerelerde olduğunu bilmediğim, adlarını dahi hatırlamadığım o üç esmer garsonun insanlık halleridir.

Bir öğretmen arkadaş varmış. Eğitim-Sen’liymiş. Aynı yıllar, aynı aylarmış. KDP, YNK, Barzani, Talabani adları Türk devlet liderleri kadar popülermiş. Talabani ve Barzani Ankara sokaklarında ceplerindeki kırmızı pasaportlarla gezer, bizim şahin devletimiz bu ikiliyi PKK’ya karşı kullanmak için ne diller dökermiş. Üsküdar’da bir ilkokulda öğretmen olan, benim fırça bıyıklı, demokrat arkadaşım sınıftayken, öğrencilerinden, Barzani kim, Talabani’nin vazifesi ne, Güney Kürdistan neresi, Kuzey nere, Batı nere, Doğu nere, velhasıl uzatmayayım, bir yığın soru ile muhatap olurmuş. Afacan ve yaşlarından fazla politik bu ilkokul çocukları, öğretmenlerinin konuşmalarından hiç bir şey anlamamış, kaç tane Kürdistan var, sorusuyla muhabbeti bitirmiş. Kürdün ve Kürdistan’ın ikinci görüntüsü buymuş.

Bağıran, çağıran, ekmek, iş, sendika, hak, hürriyet isteyen tüm yürüyüşlerde bir slogan hep atılırmış. Yaşasın Halkların Kardeşliği adlı bu slogan ile elbette kastedilen Kürt halkıymış. Kürtlerin de Türkler kadar eşit ve özgür haklara sahip olması dileğini beyan eden bu slogan Kürdün aklımdaki üçüncü ve en önemli görüntüsüymüş.

Kobani diye bir yer varmış, -Arapça adını vallahi hâlâ öğrenemedim- işgal edilmiş. Çoluk-çocuk direnen bir halk ilk kez barbarları yenmiş. Gelsin elde kalaşnikof direnen modern kadınlar, modası düşmüş deyimle seküler mi, modern mi genç kızlar, gitsin Else Sarayı’na Asya Abdullah adlı lider kadın. Sonra yıkılmış bir küçük kasabayı, alt tarafı yetmiş bin kişilik bir köyü onarmaya gidenler, oyuncak götürürken havaya uçurulan alnı temiz çocuklar, bir şehri yeniden kurmaya giderken duyulan gurur ve rahatlama ve apansız otuz üç kişilik bir ölüm. Kobani direnişine yardım eden batı, havadan silah atan batılı uçaklar, -ki geniş bir koalisyonla aynı barbarları gözünü kırpmadan Suriye’deki mazlumlara saldırtmıştılar-, her yerde atılan, Biji Obama sloganı. Ve Salih Müslüm’ün geçen yüzyılda çizilen sınırları paramparça ettik, diyen sesi. Kürdün bir görüntüsü de buymuş.

Tabut tabut genç, adları yok, Ege’de, Trakya’da, deniz kıyısında büyümüş, okula gitmiş veya gitmemiş, çiftçi veya işçi, zengin veya fakir, binlerce genç, zorunlu askere giden, üstüne bayrak serilen binlerce gençmiş. Polisler, korucular, sivil yurttaşlar. Hiç bitmeyen şehit cenazeleri, atılan sloganlar, bölünmeyecek vatan üzerine yeminler, öte tarafta bağımsız bir toprak hayalinin peşinde yaşamını dağlarda veren binlerce esmer genç, tüm ölülerin sebebi bir sorun. Kürdün, çeyrek asrı geçen görüntülerinden biri de buymuş.

Kürdün sorunu dünya sorunuymuş. Kaç tane Kürdistan var ise, daha fazla sorun varmış. Kürt sorunu içi kan, can, yabancı organizasyonu, rant, terör, baskı, zulüm, yapay sınırlarmış. Bu sorunu halkların dayanışmasıyla çözmek gerekirmiş, halkların eliyle. Geçen yüzyılda sınırları herkeslerden habersiz çizenler, bu yüzyılda da halklara sormazmış.