Sanırım “mülakat” meselesinin, Türkiye’nin en önemli politik mevzularından biri olduğuna dair geniş bir mutabakat bulunuyor. Özellikle de “liyakat” ile birlikte düşünüldüğünde. Bu iki sözcük ve olgunun karşılaşma ve ilişkilenme biçimi, hiç şimdi olduğu kadar rahatsız edici olmamıştı. Zira sorun bu iki durumun birbirleriyle problemli ilişkisinden kaynaklanıyor. Biri olduğunda diğerinin işlevsiz kalma ihtimali yüksek oluyor.

Gençlik yıllarımda İstanbul’da bir belediyenin açtığı “memur kadrosuna” başvurmuştum. Bir tür gelenek olduğu üzere önce orada bir tanıdık bulmak gerekiyordu. Bulmuştum gerçi ama herhalde kredisini benim için kullanmak istememişti. Bunu sonraki süreçte anlamıştım. Usule göre önce yazılı sınav, sonrasında da mülakat olacaktı. Yazılı sınavı geçmiştim, bilgime de güveniyordum. Ama mülakat kısmına dair bir fikrim yoktu. Nihayet mülakat günü gelmiş ve biz memur adayları salonun önünde tek sıraya girmiştik. Mülakata girenler çabuk çıkıyordu. Sıra bana geldiğinde koca bir salonda, kalabalık bir heyetin karşısındaydım. Sorgu odasındaymışım gibi hissetmiştim kendimi. Derken mülakatın tek sorusu da gelmişti: “Atatürk’ün naaşı İstanbul’dan Ankara’ya ne zaman götürüldü”! Soru bende birbirine değmeyen karmaşık duygular yaratmıştı. Kendimce akıl yürütmüştüm doğru cevabı bulmak için, “Anadolu’da cenazeler, yakınları gelip yetişsinler diye iki üç gün bekletilir” diye. Bu cevap nedense jüri üyeleri için eğlenceli görünmüştü. Neticede doğru cevaba çok yaklaşmış olsam da tam tarihini söyleyememiştim. Jüri, bu soruya kesin tarih söyleyerek yanıt veremediğim için belediyede memur olamayacağıma karar vermişti.

Bu tuhaf mülakat-liyakat ilişkisine dair bugüne kadar yüzlerce hikâye dinledim. Fakat hiçbiri akademik ortamda dinlediğim bir mülakat öyküsü kadar beni etkilememiştir. Yakın bir zamanda yurtdışında lisansüstü eğitim için ilgili kamu kurumu tarafından mülakata çağrılan bir öğrencinin deneyimiydi bu. Öğrenci, yurtdışı lisansüstü bursu için öncelikli olan ALES, dil sınavı, diploma notu gibi objektif kriterlerin hepsinde gayet başarılı olduğu için mülakata da hak kazanmıştı. Bu durumdaki öğrencilere bir de mülakat yapmak ihtiyacı kocaman bir soru. Bahse konu öğrenciye o mülakatta tek soru sorulmuş: Nüfusa kayıtlı olduğu ilin, hangi köyünden olduğu, bu kadar! Öğrenci köyünün ismini söylediğinde mülakat da tamamlanmış. Sonuçlar açıklandığında resmi ifadeyle “başarısız” sayıldığını, yani elendiğini öğrenmiş. İçtenlikle söyleyeyim bu hikâyeyi dinlediğimde gözlerim dolmuştu, çünkü bu, bir tür cinayetti. Ayrıca bu tür soruların bağlamı çok tedirgin edicidir. Zira nüfusun farklı kimliklerden oluştuğu bölgelerde, kimlikleri merak edenler için “hangi köy” sorusu, bölgeyi bilenler bakımından en kestirme araçtır.

Mülakat uygulaması belki bazı mesleklerde gerekebilir, emin değilim ama haksız bir hiyerarşi yarattığı kesindir. Zira mülakat, gerçekte hak etmediği bir güçle, hak edenleri dışarıda tuttuğu bir sisteme dönüşebilmektedir. Ayrıca mülakatta sorgulanan husus, adayların yetenekleri, bilgi ve ilgilerinden çok kimlikleri olunca “liyakat” tümüyle işlevsiz kalmaktadır. Kamu kurumlarında bu durum adeta geleneğe dönüşmüş bulunuyor.

Gerçek şudur ki adına mülakat denilen iş/süreç belki bazı durumlarda işlevsel, gerekli ve yararlı sonuçlar doğursa da özellikle kamuda büyük ölçüde yozlaşmış, adil olmayan bir ilişkiler ağının gelişmesine, ötesinde haksız kazanç ve haksız atama gibi başka tür yozlaşma hallerine imkân sağlamıştır ve sağlamaktadır. Türkiye, bu yozlaşma hallerinin en katı örneklerini deneyimliyor uzun süredir. Kamu idaresi, adeta bazı kimliklerden bireylere muaf şekilde yapılanıyor, işliyor. Dahası bu durum “mülakat mağdurları” gibi yepyeni bir toplumsal kategorinin ortaya çıkmasına yol açıyor. Ülkenin mağdurlar haritası büyüyor ve çeşitleniyor. Çünkü Türkiye’nin liyakat-mülakat gerilimi sanıldığından çok daha büyük bir sosyolojik meseleye dönüşmüş görünüyor. Bu yüzden önümüzdeki dönemde “mülakat mağdurları” nın daha çok ses vermeleri, örgütlenmeleri, hukuk alanında mücadele etmeleri vb. sosyolojik olasılıklar hiç de zayıf değil.