Türkiye’de belediye başkanlığı seçimlerinin en önemli özelliklerinden birisi, adı yerel seçim olsa da, bir genel seçim olarak tezahür etmesidir. Bu hususiyet, hemen tüm yerel seçimlerde gözlenmiştir. Üstelik taraflardan biri, iktidar dışı partilerin adayları olurken, diğeri mutlaka ‘hükümetin adayı’, belki de daha uygun bir ifadeyle ‘devlet’ olmuştur. Bu gelenek belediye seçimlerinin gerçekte halkoyu ile yapıldığı zamanlardan beri böyledir.

Taraflardan birisinin devlet olması genel seçimler için de böyledir. Türkiye çok partili hayata geçtikten sonra 1946 yılı ilk genel seçiminde hükümet değil, devlet net şekilde bir taraftı. O kadar ki açık oylama, gizli sayım gibi tuhaf bir kural uygulanmıştı. 1950 genel seçimlerinde görünüşe göre bu uygulamadan vazgeçilmişti ama aslında devletin kurum ve kaynakları, muhalefet partisinin adaylarına karşı işlemeye devam etmişti. Beklendiği gibi Demokrat Parti iktidara geldikten sonra durum değişmemiş; bu kez DP iktidarları muhalefet adaylarına karşı ‘devlet kozunu’ kullanmışlardı. Özetle bu uygulama bir tür geleneğe dönüşmüştü.

1960’lı yıllarda devletin/hükümetin seçimlerde ‘tarafsızlık’ kaygısına hiç değilse temas eden ve bu kaygıyı biraz dikkate alan yeni bazı düzenlemeler yapılmıştı. Mesela seçimlerden önce İçişleri, Ulaştırma ve Adalet Bakanlarının görevlerinden istifa etmesi ve yerlerine geçici süreyle ‘bağımsız’ bakanların atanması bu politikanın ürünüydü ve bu uygulama AKP’nin tek parti rejimini kurduğu zamana kadar devam etmişti.

AKP, iddia edilenin aksine ve kuruluş sürecindeki karar ve uygulamalarla çelişecek biçimde, tek parti iktidarlarındaki uygulamalara dönmeyi tercih etmişti. Özellikle 2015’den sonra hem parti içinde, hem de ülke düzeyinde bir tür tek parti rejimi kurulmuştu. Bugün de devam eden bu yeni rejimde, siyaseten tarafsız olması beklenen ve bu amaçla istifa etmesi gereken ilgili bakanlar bile, iktidar partisi adaylarına oy toplamak için sahaya inmişlerdi. Yani AKP’nin referansları değişmişti ki Türkiye’nin bütün seçim tarihi, bu tarz devlet tarafgirliğine önceki deneyimlerde bile pek az tanıklık etmişti.

AKP ile gelen hususiyetlerden birisi de adayların karşılaşmalarına imkan bile tanımayan yeni bir seçim atmosferini inşa etmek oldu. Başka bir deyişle muhatapların yüzyüze gelmediği, tartışmadığı ve dolayısıyla seçmenin de bir tür hakemlik yapma imkanını hiç bulamadığı tuhaf bir ‘seçim hali’ ortaya çıktı. Adayların bir masada karşılıklı konuşmaları ve seçmenlerin de bu tartışmaları izleyerek tercihini belirlemesi gibi normal uygulama neredeyse tarihe karıştı. 

31 Mart yerel yönetim seçiminde de bu gelenek değişmedi.  Bu nedenle muhalefet partilerine mensup adaylar aslında devletle yarışmak zorunda kaldılar. Ülkenin Cumhurbaşkanı bile şehir şehir dolaşarak, CHP’li adaylar başta olmak üzere ve gerçekten rakip olarak gördüğü diğer partilerden adaylara karşı sert propaganda yaptı, mitingler düzenledi. Devlet neredeyse bütün imkanları ile taraflardan biri oldu.

Bu arada 31 Mart yerel yönetim seçimi Türkiye’nin yerel/genel seçimlerde kimlik olgusunun ne kadar baskın bir olgu olduğunu yeniden gösterdi.  Genellikle tersi iddia edilse de kimlikler, her zaman Türkiye’de seçim ve siyasetin en önemli dinamiklerinden biri olmuştur. Bu durum ülkedeki sosyolojinin de bir yansımasıdır aslında. Bir önceki seçimde sayın Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı olamamasının asıl nedeni de, bu ülkenin geleneksel kimlik siyaseti ile ilgilidir. Bu yüzden kimlik siyaseti aleyhine tüm söylemler yanıltıcıdır.

Son olarak CHP’nin 31 Mart seçiminde en çok oy alan parti olmasında iktisadi, kültürel ve kimliksel pek çok faktörün etkisi olduğu muhakkak. Fakat bu başarıda CHP’li belediyelerin son beş yıldır devletle cebelleşerek yeni belediyecilik deneyimleriyle kitlelere alternatifler sunması özel bir rol oynamıştır. CHP’li Büyükşehir Belediyelerinin aralarındaki dayanışma da alternatif yönetimi adım adım inşa etmiştir. Bu başarı, yükselerek devam ediyor. Türkiye’nin 2015’de kurduğu ‘tek parti rejim’inin değişmesi için güçlü bir kapı açılmış bulunuyor ve bu nedenle 2028’de çok şey değişebilir.