90’lı yıllardan sonrası, kendi çevresi için maksimum yarar üreten muhafazakâr belediyecilik deneyimleri ile yüklüdür. Uzun yıllar süren bu muhafazakâr belediyecilik deneyimi sözcüğün gerçek anlamında şehirlerin canına okudu.

Türkiye’de belediyeciliğin siyaseti ve sosyolojisi: Yerelden açılan kapı
Fikri Sönmez

2024 yerel seçimleri, Türkiye’de siyasetin ve sosyolojinin kesiştiği alanlarda belediyecilik deneyimlerini ve etkilerini yeniden düşünmeye önemli bir imkân sağladı. Yaklaşık son on yıllık belediyecilik tecrübesi, uzun bir aradan sonra, ‘demokrasi yerelden gelir’ sloganını saklı olduğu yerden çıkardı ve gündemin tam ortasına taşıdı. Şimdi gözler belediye yönetimlerinin her zamankinden daha fazla üzerinde olacak.

Modern bir kurum olarak belediyeler, ulusal siyasetin ihtiyacına uygun olarak 19. yüzyılda ortaya çıkmışlardı. Ulus devletleri tanımlayan en önemli özellik ise kuruluşlarındaki katı hiyerarşik yapılardı. Bu hiyerarşinin görünürlük kazandığı mekanlar kentler, belediyelerin kurulduğu yerlerdi. Devletlerin ulusal hizmetleri için hükümet konakları, dilini öğretmek üzere okulları, sağlık ve ulaşım kuruluşları, güvenlik için kışlaları, günlük düzeni sağlamak üzere polisi, yargısı vb. kentlerde konuşlanmıştı. Bayrağı orada dalgalanırdı, ekonomisinin merkezi orasıydı. Böylece kentler, büyük ölçüde “merkez” tarafından biçimlendirilmişti. Yani yerel bütün o modern süreç boyunca esas olarak merkezi politika ve pratiklerin köklü bir biçimde yerleşmesi için bir işlev üstlenmişti. “Yerel” bir yandan ‘yukarıdan üretilirken’ diğer yandan yukarıyı yani ulusu üretmişti.

Bununla birlikte belediyeler, küresel akışkanlıkların baskın olduğu 1980’li yıllardan bu yana çok önemli birimler haline gelmişlerdi. Böyle olmasına yol açan pek çok faktör vardı elbette. En başta ulusal sınırların esnemesi, devletler, şehirler ve topluluklar arasında hızlı temasların sağlanması yerelleri, küresel sermaye için tercih mekânlarına dönüştürdü. Diğer yandan ulus devletlerin kimliklere dair politikalarının bıraktığı tahrip edici mirasın üstesinden gelebilmek de yerel iktidarlara kaldı. Bu ve daha başka sebeplerle belediyeler, giderek ulusal devletlerden bile daha fazla ‘küresel ve işlevsel’ nitelikler kazandılar.

SON OSMANLI VE CUMHURİYET BELEDİYECİLİĞİ

Osmanlı’da Tanzimat’a kadar kamusal işler genelde vakıflar üzerinden yürütülmüş; Tanzimat’la birlikte modernleşme/merkezileşme çabaları yeni yönetim biçimini gerekli kılmıştı. İstanbul Şehremaneti’nin 1854’de kuruluşu ve yine merkez tarafından atanan 12 kişilik bir meclisin oluşması, bu gelişmenin sonucuydu. Bu kurul alt birim olarak mezar yerleri, gezi alanları ve hastane yapmak gibi görevleri olan Galata/Beyoğlu’nda 6. Daire-i Belediyeyi kurmuştu. 1869’da bunu kent ölçeğine yaymak için Dersaadet İdare-i Belediye kurulmuştu. 1877’de ise Vilayet ve Dersaadet İdare-i Belediye Kanunu çıkarılmış ve 20 belediye kurmak için, meclis üyelerinin seçimle belirlenmesi ve onların da kendi aralarında başkanlarını seçmeleri usulü getirilmişti. Bir yıl sonra 20 yerine 10 belediyeye karar verilmiş ama o da uygulanamamış ve nihayetinde 1910’da kanunda yapılan değişiklikle bu kez 9 belediye kurulmuş, yöneticileri de merkezden atanmıştı. Bu uygulama Osmanlı Devleti’nin yıkılışını da içine alarak 1930’a kadar yürürlükte kalmıştı.

Cumhuriyetin belediyeciliği bu mirası devralmakla birlikte ‘ulusun medeni şehrini’ yaratmaya odaklanmıştı. Bunun ilk adımı 1924’te çıkarılan 442 sayılı Köy Kanunu ile nüfusu 2000’i aşan yerlerde belediyeler kurmaktı. Ancak asıl yasal düzenleme 3 Nisan 1930 tarihinde çıkarılan 1580 sayılı Belediye Kanunuydu ki o da 53 yıl yürürlükte kaldı.

Cumhuriyetin belediyeleri ulusun şehrini yaratmak için merkezin yerelde ikamesini üstlenmiş görünüyorlardı. Mesela merkezi devletçilik ilkesine uygun olarak elektrik, su, hava gazı, kent içi ulaşım, haberleşme gibi temel hizmetler, yabancı sermayenin elindeki şirketlerden alınarak “belediyeleştirilmişti”. Belediyelerin bu tür hizmetleri, kendilerine bağlı şirketler aracılığıyla yönetebilmesi için 1939’da 3666 sayılı yasa çıkarılmış; İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, bunu “Celal Bayar hükümetinin kabul buyrulan programının icabı’ olarak nitelemişti. Celal Bayar’a atfedilen ‘hür teşebbüsçülük’ün tam aksi bir deneyim olarak.

Cumhuriyetin merkeze tabi belediyeciliği, planlamayı da gerektiriyordu. Ulusal kentin inşası için 1930’da çıkarılan 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile 20.000 üzerinde nüfusa sahip yerleşmelerde üç yıl içinde bir plan yapılması hükmü getirilmişti. İstanbul ve Ankara kent planlaması da bu süreçte gerçekleştirilmişti. Bu politika çerçevesinde nüfusu yüzde 15’den daha fazla artan belediyelere 1933’de beş yıl içerisinde plan yapma zorunluluğu getirilmiş ve 1938’e kadar 73 kent planlanmıştı. 29’u il merkezi olan bu kentlerin büyük çoğunluğu sanayi planlarında öngörülen bölgesel gelişme ile ilişkili olarak demiryolu ağı ve liman olanakları açısından önceliği olan kentlerdi.

Cumhuriyetin belediyeciliği gündelik kentli yaşamı da “medeni”leştirmeye yönelmişti. Mesela hijyen ilgi çeken bir husustu. “Türk’e ev bark olan her yer sağlığın, temizliğin, güzelliğin, modern kültürün yeri olacaktı”. Bugün hala her şehirde örneklerini gördüğümüz hamamlar o politikanın ürünleriydi. Yanı sıra sokağa tükürme, sırt hamallığı, hayvanların sürü halinde sokakta gezdirilmesi, ana caddelere bakan yerlere çamaşır asılması gibi bazı edimler de yasaklanmıştı. Aynı şekilde “kasaba içinde yakışıksız tarzda giyinilmemesi, bilhassa beyaz don, gömlek ve entarili kıyafetlerin giyilmemesi’’ istenmişti. Şoförlerin ve hamalların tekdüze üniformalar giymesi de arzu edilen ‘medeniyetin’ bir parçasıydı. Cumhuriyetin daha ilk yıllarında kılık kıyafete dair yapılan düzenlemeler, yerelde bu şekilde karşılık bulmuştu. Bu arada tellallık da yasaklanmış, duyuru yapmak için kent meydanlarına hoparlör konmuştu.

Merkeze aşırı bağlı olma hali, dil ve kültür alanında da yansımış; Cumhuriyetin tek dilli bir toplum yaratma tahayyülü, belediyelerde de karşılıklar bulmuştu. 1925’de Takrir-i sükun ile Kürt şehirleri için getirilen ‘Türkçe dışındaki dillerle konuşma yasakları’, başka şehirlerde de denenmişti. Mesela 21 Mayıs 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesine göre Gönen Belediyesi, ‘çarşı pazarda Çerkesce, Pomakça, Arnavutça ve Gürcüce konuşulmasını yasak’lamıştı.

Daha pek çok uygulama ulus devletin batılı olma arzusuna uygun olarak kentlerde türdeş bir toplum inşa amacı taşıyordu. Bu türdeşlik “Türk” kimliği aracılığıyla kurulacaktı. Nitekim 1580 sayılı yasanın “Hemşehri Hukuku” başlıklı bölümünde yer alan 13. maddesinde “Her Türk, nüfus kütüğüne yerli olarak yazıldığı beldenin hemşerisidir. Hemşerilerin belediye işlerinde reye, intihaba, belediye idaresine iştirake ve belde idaresinin devamlı yardımlarından istifadeye hakları vardır” ifadeleri yer almıştı. Belediyeler üzerindeki katı denetimi göreceğimiz alanlardan birisi de başkanların halkın oyu ile değil, atama veya merkezin belirlediği meclis üyelerinin oylarıyla göreve getirilmesiydi. Bu ‘gelenek’ 1960’lı yıllarda kırılmıştı.

BELEDİYECİLİKTE MERKEZE ‘KAFA TUTMAK’

1960’lı yıllarda belediye başkanlarının halk tarafından seçilmesiyle birlikte, merkeze bir ölçüde itiraz eden bir yeni belediyecilik tecrübesi ortaya çıkmıştı. 1973’te İstanbul, Ankara ve İzmir’de belediye başkanlarının politikaları ve bazı uygulamaları, merkezi yönetimlerle gerilimlere konu olmuştu. Başkanlar ilk kez merkezi politikalara itiraz edebiliyor ve çalışma alanlarını geliştiriyorlardı. Bu durum hem CHP’li hem de sol-sosyalist başkanların toplumcu belediyecilik deneyimlerini siyasetin merkezine taşımıştı. Bu yeni eğilim 1977 seçimlerinde CHP’nin tarihinde alacağı en yüksek oy oranına ulaşmasında da etkili olmuştu.

Bugün hala isimlerini büyük saygıyla andığımız bazı belediye başkanları tam da bu itirazın sesi oldukları için iz bırakmışlardı. Ankara’da Vedat Dalokay, İstanbul’da Ahmet İsvan, İzmit’te Erol Köse belediyeciliği kentlerin çoğunda CHP’li başkanlara ilham olmuştu. Fatsa’da Terzi Fikri bütün diğer adayların toplamından daha fazla oy alarak başkan seçilmiş ve yepyeni bir belediyecilik deneyimine imza atmıştı. Aynı şekilde Kürt şehirlerinde Cumhuriyetin ilanından beri ilk kez Kürt kimliği ile seçime girip kazanan adaylar olmuştu ki 1977 seçimlerinde Diyarbakır’da belediye başkanı seçilen Mehdi Zana bunun örneğiydi.

Belediyeler artık liberalden radikale muhalefetin ilgi alanındaydı. Yerel seçimleri kazanmak, muhalif grupların her biri için aynı zamanda merkezi iktidara hazırlık ve bir tür deneme imkânı veriyordu.

1980’LERDEN BUGÜNE YENİ BELEDİYECİLİK DENEYİMLERİ

1980’li yıllarda Türkiye’de askeri darbenin her belediyeye bir asker başkan ataması ve onların da belediyeleri pazartesi ve cuma günleri İstiklal Marşı ile açıp kapatmaları gibi militer uygulamalar görülse de belediyecilik daha farklı bir sürece evrilmişti. Bu dönem belediyeleri hem küresel sermaye için hem de milliyetçi/ırkçı olumsuz mirasın aşılması için önemli bir imkân ve dinamik olabilirdi.

Bu dönem belediyeciliğinde küresel sermayeye eklemlenme arzusuna uygun olarak vizyon, misyon ve mega projeler vurgusu öne çıktı. Sanayinin kentin dışına çıkarılması, küresel şirketlerin kente yerleşmesini teşvik edecek iş ve finans merkezlerinin inşası, turizme yönelik yatırımları ve kentlerin imarını yeniden düzenlemek gibi toplumsal ve mekânsal sonuçları olan bir dizi karar alınıyordu. Bu projelerle sermaye için cazibe merkezileri inşa ediliyordu. ‘Marka şehirler’ bu dönemin söylemiydi.

1989 yerel seçimleri ve sonrasında sosyal demokrat ve küçük yerleşimlerdeki sol-demokrat belediyeleri dışarıda tutarsak, bu dönem belediyeciliği kentleri bütünüyle sermayeye teslim eden ve oradan da kendi çevresi için maksimum yarar üreten muhafazakâr belediyecilik deneyimleri ile yüklüdür. Uzun yıllar süren bu muhafazakâr belediyecilik deneyimi sözcüğün gerçek anlamında şehirlerin canına okudu.

Bununla birlikte şehirlerin kendi kültürel hafızalarını yeniden üretmek, tek dilli toplumsal inşaya karşı kendi kimlikleriyle şehirlerin yönetimine talip olma eğilimi bu dönemde daha da gelişti. Fakat yine de Türkiye’nin belediyeciliği küresel sermaye için alan açma konusunda çok cüretkar, kendi kimliklerinin sesi olma konusunda ise çok tutuk davrandı. Sadece Kürt şehirlerindeki belediyecilik deneyimleri bu eğilimin dışında kaldılar. Bu şehirlerde dil başta olmak üzere kaybedilmiş kültürel gelenekler adım adım inşa edildi. Çok dilli kreşler, çok dilli belediyecilik, kimlik mekanlarının inşası, yer isimlerinin değiştirilmesi vb. Ancak onlar da ne yazık ki ağır bedeller ödediler ve neredeyse tamamına kayyum atandı.

SONUÇ: BELEDİYECİLİKTE KRİTİK DÖNEM

2015 yılında askeri darbe girişimiyle birlikte Türkiye’nin tek parti rejimine geçmesi ve itiraz hakkının iyice kısıtlanması, yanısıra pandemi ve ekonomik kriz koşulları, belediyeleri daha özel ve önemli kurumlar haline getirdi. Zira iktidar partisi ve ortağının dışındaki belediyeler yoksullaşmanın getirdiği cenderede erişilebilecek yegane kurumlar oldular. Bu yeni dönemde geniş kitlelerin (ücretli kesimler, emekliler, işsizler, tarımsal alanda çalışanlar vb.) sesini duymak, onlara gündelik zor hayatın üstesinden gelebilmeleri için el uzatmak çok önemli bir belediyecilik görevi olarak öne çıktı.

Melih Gökçek (Fotoğraf: AA)

Belediyeler, bu ülkede tek parti rejiminin üstesinden gelebilmek için belki de yegâne imkan ve araca dönüştüler. Bu yüzden 2019’da CHP’nin öncülük ettiği ittifaklarla pek çok şehirde belediyelerin yönetimine gelmek büyük ilgi ve destek gördü. CHP’nin bugünkü başarısında o politikaların ve dolayısıyla o belediyelerin beş yıllık başarılarının da büyük etkisi vardır.

CHP başta olmak üzere muhalefet partilerinin Mart 2024 seçimlerinde elde ettiği başarı, bu ülkenin siyasal geleceği için daha büyük/önemli bir kapı açtı. Türkiye, geleceğini belediyeler aracılığıyla yeniden kurmaya çalışıyor. 2028’de yapılacak genel seçimde muhalefetin başarılı olması, büyük ölçüde muhalefet belediyelerinin performansları ile ilgili olacaktır. Bu yüzden bugünkü belediyeler ve belediyecilik, hiç olmadığı kadar yerel ötesi anlam ve öneme sahip.