‘LDS Cinema’ ifadesini ilk gördüğümde LSD adlı uyuşturucu maddeye gönderme yapılarak adlandırılan bir ‘kaçış sineması’ tarzından söz edildiğini sanmıştım. Ama LDS, her ne kadar LSD’yle pek çok ortak noktası olsa da, farklı şeyleri imliyor. LDS ‘Latter-Day Saints’in (Ahir Zaman Azizleri) kısaltması ve bu da Mormon tarikatinin isimlerinden biri (İsa Mesih Ahir Zaman Azizleri Kilisesi). ‘LDS Cinema’ ifadesi de Mormon kilisesinin inanç ve amaçlarına uygun filmlerin üretildiği bir ideolojik üretim hattını tanımlıyor.
 
Fakat bu tanımlamalara rağmen ‘LDS Cinema’, örneğin Türkiye’deki ‘Milli Sinema’ veya ‘Beyaz Sinema’ gibi bir dinsel film akımı değil; bünyesinde korku filmlerinden kovboy filmlerine, aile komedilerinden savaş filmlerine kadar bir çok farklı türden örneği barındıran, kendi içinde sektörel bir üretim tarzı geliştirmiş, hatta 2001’den bu yana festivali bile bulunan bir olgudan söz ediyoruz. Bu sektörel üretim meselesinde o kadar ileriye gidilmiş ki, ‘LDS Cinema’nın Hollywood ve Bollywood gibi giderek yaygınlaşan bir de ismi var: Mollywood! Bu hızlı gelişmede ‘LDS Cinema’nın merkez olarak Mormonizm’in yaygın olduğu eyaletlerden Utah’ı seçmesinin rolü büyük; bu sayede yapımcı ve yönetmenler tarikat üyelerinin her türlü desteğine kolayca ulaşabiliyor, figürandan sahne ışıklarına kadar tüm ihtiyaçlarını anında karşılayabiliyorlar.
 
Mormonizm dendiğinde ilk akla gelenlerden biri tarikatin çokeşliliği desteklemesidir. Gerçi Edmund Tucker Yasası olarak bilinen çokeşlilik karşıtı bir kanun nedeniyle yoğun şiddete maruz kaldıkları için uzun süredir tekeşli yaşıyorlar ama içlerinde bir sızı olarak kalmış olmalı ki, Mollywood bu yıl konuya el attı. Utahlı genç yönetmen ve misyoner John Lyde, LDS Film Festivali’nde de gösterilen Abide with Me’de 1887 tarihli Edmund Tucker Yasası’nın şiddetini anlatarak Mormonik çokeşliliği yeniden gündeme taşımış oldu.
 
Ama John Lyde’ın tek sinematografik marifeti bu değil; ‘misyoner yönetmen’ tanımının altını doldurmak için özel bir çaba sarfeden Lyde’a asıl ününü getiren yine bu yıl yaptığı Osombie adlı film oldu –Türkçeleştirmek gerekirse ‘ZombinLadin’ diyebiliriz. Adından da anlayacağınız gibi Osombie başta Usame bin Ladin olmak üzere Müslüman zombilerin saçtığı dehşeti anlatıyor. Hatırlarsınız, ABD yönetimi tarafından Bin Ladin’in cesedinin okyanusa atıldığı gibi inanılması güç, hatta dünyayı açıkça aptal yerine koyan bir açıklama yapılmıştı. Bu filmde Usame bin Ladin’in cesedi okyanusa atılmıyor, helikopterle taşınırken yanlışlıkla denize düşüyor, sonra sahile ulaşıp bir zombi olarak karaya çıkıyor! Filmin açılış sekansında Usame’nin tıpkı Jaws’ın başlangıç sahnesinde genç kıza saldıran köpekbalığı gibi ortaya çıktığı an büyük olasılıkla sinema tarihinin müstesna sayfalarında yerini çoktan almıştır. “Evet ama yetmez!” derseniz sabırla izlemeye devam edin, Afganistan gibi gösterilmeye çalışılan Utah çöllerinde koşturan El Kaide ve Taliban zombileri epey ilginç bir görsel deneyim sunuyor...
 
Muhafazakar bir eyalette ve tarikatin göbeğinde yetişmiş genç yönetmenin filmografisi, Osombie’nin köklerinin nerede yattığını gösteriyor: 2006 tarihli Money or Mission’ın kahramanı Patrick adlı kaykay sevdalısı gencin önünde iki seçenek var: Ya bölgedeki ünlü kaykay firmasının dükkanında mağaza yöneticisi olarak çalışacak, ya da bir misyoner olacak ve dünyanın neresinde görevlendirilirse oraya gidecek. Kahramanın hangi yolu seçeceğinin baştan belli olduğu bu propaganda filminin finalinde Patrick’i Brezilya’daki bir misyonda çalışırken görüyoruz. 2009 tarihli One Man’s Treasure yine misyonerlik meselesine giriyor ve uzak misyonlara yelken açıyor –filmin İspanyolca ismi El Tesoro de un Mormon (Bir Mormon Hazinesi)... 2008 tarihli The Eleventh Hour yönetmenin ideolojik duruşunun en net göründüğü filmlerden biri: Bir Kuzey Kore hapishanesindeki Japon mahkumları kurtarma operasyonu sırasında yakalanan ve üç yıl boyunca işkence gören Amerikan askeri Michael Adams’ın hikayesi... “Niçin Kuzey Kore? Niçin Japon esirler?!” demeyin, bu ‘dünyanın dört bir yanında görev!’ meselesi hiç de dinsel değil, doğrudan ‘dünya jandarmalığı’ algısıyla ilgili bir durum: ”Amerikalıyım arkadaş! Brezilya’daki misyonda görev de yaparım, Kore hapishanelerinden Japon esir de kurtarırım, Afganistan’da Müslüman zombi de avlarım!”
 
LDS sinemasını LSD kafasıyla birleştiren de bu söylem işte...