M. Gökçek’in 3 saatlik Saray toplantısı ardından “Müze anlattım” dediğine inanan varsa beri gelsin. Onun, “Müze anlattım, Ankara’daki projeler konusunda detaylı bilgi verdim” diye “kamuoyunu bilgilendirmek üzere” attığı tweetleri, aslında ertesi gün yapılan Cumhurbaşkanlığı açıklaması da yalanlıyor.

Herkes sadece “istifa” konusuna kilitlenmişken, ne Gökçek’in kamuoyu bilgilendirmesi “istifa” sözcüğü içeriyordu, ne de Cumhurbaşkanlığı’nın, haberleri “hayal ürünü” olarak niteleyen açıklaması.

Cumhurbaşkanlığı’nın; “Sayın Cumhurbaşkanımız, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Melih Gökçek’i Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde dün akşam kabul etmiş, ancak Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Edip Uğur ile herhangi bir görüşmesi olmamıştır” cümlesinde, Gökçek ve istifa konusundaki iddiaları ortadan kaldırmaya dönük en küçük bir ima yok.

Siyaset “ben yaptım oldu” anlayışıyla yürütülürken, şeffaflık da bu kadar oluyor! Taşları yerli yerine oturtabilmek için, açıklamaların açıklamadıklarından gerçekte ne olup bittiğini anlama becerisini geliştirmeniz gerek.

Gökçek’in Ankara’da ne kadar ve nasıl “sevildiğini” biliyoruz! Türkiye’de Erdoğan’ın ne kadar ve nasıl sevildiğine benzetmek çok yanlış olmayabilir… Bu yüzden, “istifa”ya sevinen ve dövünenler olarak bölünebilecek Ankaralıların toplamı sadece “istifa” sözcüğüne ve tartışmasına kilitlendiler.

Ancak, bana asıl ilginç (önemli, vahim) görünen hangi belediye başkanının nasıl istifa ettiği, ettirildiği değil. Bu durumun kendisinin “normalleştirilerek” tartışılmaya başlanması. Televizyon ekranlarında anlatan anlatana; 2019’a çok önemli seçimlere doğru giderken, partisinin de başına geçmiş olan Erdoğan AKP’ye seçim kazandıracak düzenlemeleri yapıyor. Ya da FETÖ’nün siyasi ayağına dönük temizliği başlattı! Ne güzel, gayet normal!

Hangisi olursa olsun; bunun “normalleştirilerek” anlatılıyor olması, böyle anlatıldıkça normalleşmesi, olağan karşılanması ciddi bir sorun. Zaten ruhuna fatiha okuduğumuz, yarım yamalak da olsa kuvvetler ayrımına dayalı bir demokrasi anlayışından nasıl uzaklaştığımızın göstergesi.

Belediye başkanları bir suçla ilişkili ise, gereğini yapmak üzere İçişleri Bakanlığı’nın bir tasarrufu olabilir, mahkemeler harekete geçebilir. Hukuk temelinde buna kimsenin bir diyeceği olamaz.

Öte yandan, bir belediye başkanlığı makamına gelmek ancak seçmenlerin oylarıyla olabiliyorsa; “Bir makama getirilirken her şey iyi güzel, ama benim metal yorgunluğu olarak dediğim durumlarda makamı boşaltılmasının istenilmesi niye yadırganıyor?” sorusunun kendisi baştan sona sorunlu.

Bunu yadırgamayıp olağan saymaya başladığımızda, parlamenter demokratik sistemi, kuvvetler ayrımına dayalı bir yönetim anlayışını çoktan yerle bir etmişiz demektir.

E, öyle zaten; artık başka bir sistem içindeyiz. Cumhurbaşkanlığı sistemi” diyenleri duyar gibiyim. Sözüm biraz da onlara…

Tamam, parlamenter sistemi bırakmış ve Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmiş olalım. Buna baştan itirazı olanlar, “Bir makama getirirken iyi de, götürürken niye yadırganıyor” yaklaşımına şiddetle karşı çıkmalı, bunun normalleşmesine izin vermemeli.

Ancak, bir parça entelektüel tutarlılık ve düşünce namusu varsa, referandum öncesi haftalar boyu televizyon televizyon gezip halka “Cumhurbaşkanlığı sistemi”ni anlatanlar da itiraz etmeli. Onlar ki, toplumu bu sisteme ikna etmeye çalışırken, dönüp dolaşıp gerçek kuvvetler ayrımının bu sistemde olduğunu söyleyip durdular.

Oysa, belediye başkanlarının bile aslında seçilmediğini, makama birileri tarafından getirilip götürüldüğünü kabul ettiğinizde, ne kuvvetler ayrılığı kalır ne de o anlatılan cumhurbaşkanlığı sistemi. Fiilen “ben yaptım oldu” sistemi vardır artık!

Birilerinin biri tarafından getirilip götürülmesini bugün belediye başkanları için olağan saydığımızda; yarın yargıçlar, gazete, hastane veya banka yöneticileri, rektörler, vb için de olağan saymaya başlarız.

Bu mudur?