Sokakta bırakılmış bir ceset gibi çürüyoruz. Oturduğumuz, yürüdüğümüz, konuştuğumuz, seviştiğimiz, uyuduğumuz her yerde… Kalp atmayınca çürür, ama atan bir kalp de çürürmüş… Julian Barnes, “Zamanın Gürültüsü”nde kalbi çürüten korkudan bahsediyordu: “Eğer onlara yeterince dehşet saçarsanız, başka bir şey, azalmış ve indirgenmiş bir şey, yalnızca hayatta kalma uzmanı oluyorlardı. Bu yüzden duyduğu şey yalnızca bir kaygı değil, çoğu kez kaba bir korkuydu: Sevginin son günlerinin gelmiş olduğu korkusu.” Son Ankara Katliamı’ndan sonra, içimdeki o korku daha da arttı, içine sürüklendiğimiz dehşetin sonu gelmiyordu bir türlü.

Koruyucu meleğim karamsar şeyler yazmamı istemiyor, özellikle bugünlerde… Bolano’nun “Tılsım” adlı romanındaki gibi koruyucu bir melek, ama Arjantinli değil, buralı. “Tılsım”da 1968’deki bir öğrenci isyanından ve Meksiko’daki üniversitenin tanklar ve askerlerle işgalinden bahsediyordu Bolano. Kanlı bir işgaldir bu, öldürülen öğrenciler de vardır. Bu işgalden kurtulan tek kişi ise, Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’nin en üst katındaki tuvalete saklanan bir kadın akademisyendir. Roman, o kadınla ilgilidir, o ve onun hayali koruyucu meleği... Son zamanlarda sık sık o akademisyen gibi hisseder oldum.

Koruyucu meleğim, en zor zamanlarımda yanımdaydı hep. Kurtarıcı dediysem, süper kahramanlar gibi kurtarmıyordu elbette, kurtaracak bir işareti görmeme yardımcı oluyordu sadece. Onun varlığını, pek çok kişi gibi, başım dertteyken ve umutsuzluğa düştüğüm zamanlarda hissederim. Aslında o da her zaman orada değildir, “Tılsım”daki melek gibi sürekli gezinir durur, kendisine nerede ihtiyaç varsa orada. Bana ziyareti ani oldu, beklemiyordum hiç, başımın dertte olduğunu düşünmüyordum çünkü. Derslerimi vermiş ve hafta sonu yetiştirmem gereken işler için kendimi eve kapatmış çalışırken belirmişti yanımda. Auxilio’nun Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’ne saklanması gibi iki gündür evden çıkmıyordum. Koruyucu meleklerin yüzünü göremezsin, sadece seslerini duyarsın ve sesleri güzeldir; ama öylesine narindirler ki, koruyan olmaktan çok asıl korunması gereken onlarmış gibi bir his uyandırırlar insanın içinde. Üstelik ukaladırlar ve her dediklerinin yapılmasını isterler. Sonuçta korumaları gerekiyor değil mi?

“Tılsım”da Auxilio, saklandığı tuvalette bir tür trans durumuna giriyordu, okuduğu kitaplar, izlediği filmler, bütün hayatı gözünün önünden geçiyor, pencereden giren ayışığının fayansları eriterek açtığı kara deliğin içinde geleceği görüyordu. Auxilio’nun kehanetlerinden birisi Mayakovski’nin 2150 yılına doğru yeniden popüler olacağıydı. James Joyce, 2124’te Çinli bir oğlan olarak doğacak; Thomas Mann, 2101’de Ekvadorlu bir eczacı olarak karşımıza çıkacaktı. Daha pek çok kehanet beliriyordu gözünün önünde Auxilio’nun, ama hep edebiyatla ilgili. Örneğin Virginia Woolf, 2076’da Arjantinli bir roman yazarı olarak doğacaktı. Benim koruyucu meleğim, aynı şeyi benim de yapmamı istedi, çünkü önümde “Tılsım” açıktı ve ona Auxilio’nun koruyucu meleğiyle ilgili kısımları okuyordum. “Yalnız bir sorunumuz var” dedim, “benim önümde açılan bir kara delik yok.” “Dikkatli bakmıyorsun” dedi, “çünkü bakışın hep içe dönük, dışarıyı görmüyorsun.” Koruyucu melek dediğin yeri geldiğinde azarlar. Azarı yedikten bir süre sonra, pencereden giren güneş ışığının masanın üzerindeki gazetenin üzerine düştüğünü fark ettim. Gazetedeki fotoğraflardan birisinde bir politikacının gözleri, korkutucu bir biçimde kara deliklere dönüşmüştü, gerçekten korkunçtu, sanki hayata dair ne kadar iyi ve güzel şey varsa, hepsini yutmak istiyormuş gibi bakıyordu. Koruyucu meleğim hemen yardımıma yetişti ve dikkatimi başka bir yere çekti, mülteci bir çocuğun gülen gözlerine. “Ne görüyorsun?” diye sordu merakla. Ben de Auxilio gibi edebiyatla başladım. 2150 yılında Mayakovski ile birlikte tüm dünya Gülten Akın okuyacak dedim. Cemal Süreya, 2124’te Afrikalı bir kadın şair olarak doğacak ve Türkiye’yi ziyaretinde Muş-Tatvan yolu üzerindeki bir kır otelinde Turgut Uyar’la karşılaşacak. Koruyucu meleğim ciddi olmam konusunda beni uyarınca, gerçekte gördüklerimi söyledim: “Bugün adı anılmayan, ortalıkta gözükmeyen, kendilerini edebiyata adamış birileri kalacak geleceğe” deyip sustum. “Evet” diyerek devam etmemi istedi. “Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirleri başka bir bakış açısıyla yeniden yorumlanacak 2076’da ve yeni bir şiir akımının öncüsü kabul edilecek. Kitle kültürünün tektipleştiriciliğine ve kariyerizme direnen her kim varsa, onlar kalacak geleceğe” dedim. “Bunu görmek için kâhin olmaya gerek yok” diyerek yine azarladı beni. Onun koruyucu değil, sorgulayıcı ve azarlayıcı melek olduğunu söylememe kızmasına ne demeli. Gerçekte çok az kişinin umurunda, edebiyatımıza ne olduğu ya da ne olacağı. Zaten şu an edebiyattan daha mühim şeyler var endişelenmemiz gereken. Koruyucu meleğim, saçını başını yoluyormuş gibi bağırdı: “Edebiyata ne oluyorsa bugün, diğer her şeye de o oluyor!” Doğru söze ne denir. “Haklısın” dedim mahcup bir ifadeyle, affetti hemen. “Ama” dedim, “yanlış anlamazsan bir şey sormak istiyorum.” “Sor” dedi, sesi yumuşamış. “Acaba koruyucu meleğimi değiştirme şansım var mı? Yani öyle bir merci?..” Gülmeye başladı. Türkiye’de koruyucu melek olmanın zorluklarından bahsetti, o kadar zor ki işi, çünkü koruması gereken çok insan var ve yetişemiyor. Bu yüzden gergin olduğunu söyledi: “Her şey bu ülkede göz göre göre oluyor. İşaretler o kadar açık ve ortadaki, görmeniz için bize ihtiyacınız yok aslında. Ama aklınız devlet aklı olmuş, gerçeklikten uzak, rüyadaymış gibi yaşıyorsunuz” dedi. Koruyucu meleğimin başını dizime yasladığını hissettim. “Ağlıyor musun?” diye sordum, sesini çıkarmadı.