Rosemary ve oyunculuk yapan kocası, çok eski ve çok güzel bir apartman dairesine taşınır. Zamanla, bu apartmanda yaşayanların bir satanist tarikatın üyeleri olduğunu, Rosemary’yi de şeytanın bebeğini dünyaya getirecek anne adayı olarak seçtiklerini öğreniriz. Roman Polanski’nin muhteşem filmi Rosemary’s Baby’nin (1968) öyküsü böyle gelişir.


Başına örülen çoraptan haberi olmayan Rosemary’nin hamile olduğu müjdesi üzerine, bu tarikatçı komşulardan Minnie ve Roman adlı karı-koca kutlama yapmaya gelirler. Minnie (Ruth Gordon) Rosemary’ye (Mia Farrow) “En iyi doğum uzmanlarından biri bizim arkadaşımız, Abe Sapirstein. Tüm sosyete bebeklerini doğurtur.” der. Rosemary kendi doktorundan söz edecek olur, Minnie itiraz eder: ‘Kimsenin adını bile duymadığı Dr. Hill’e gitmene izin veremem. Sen en iyisine gideceksin! Telefonunuz nerede?’”

Bu da büyük komplonun bir parçasıdır tabii; Rosemary’nin karnındaki bebeğin gerçekte ‘ne’ olduğunu kimse fark etmemelidir. Bu yüzden Minnie, tarikat üyelerinden Dr. Sapirstein’i aramak için yatak odasına geçer.

Bu sahnenin, özellikle de Minnie karakterinin yatakta oturup telefonla konuştuğu planın nasıl çekildiğini, filmin görüntü yönetmeni William Fraker şöyle anlatıyor: “Roman’ın olağanüstü bir birikimi vardı. Polonya’da sinema okulunda okumuştu ve fotoğraf konusunda da olağanüstü bir birikimi vardı. Fotoğrafı çok iyi anlıyordu. Görüntüleri, ayrıca insanları ve duygularını da çok iyi anlıyordu. Rosemary’nin Bebeği’nde bir sahne vardır: Ruth ‘Telefon nerede?’ diye sorar, Mia ‘Yatak odasında’ der. Ruth da ‘Tamam’ der ve çıkar. Roman bana ‘Billy, bana Ruth’un görüntüsünü ver’ dedi. Ben de kamerayı gayet güzel ortaladım. Ruth’un telefonla konuştuğu görülüyordu. ‘Tamam Roman, biz hazırız.’ dedim. O geldi, baktı ve ‘Hayır Billy, hayır’ dedi, ‘kamerayı kaydır, kaydır, kaydır…’ dedi. Kamera yavaşça kaydı. Şimdi baktığınızda, yatakta oturmuş telefonla konuşan Ruth Gordon’ın sadece sırtı görünüyordu, yüzü görünmüyordu. ‘Ama bir şey görünmüyor ki?!’ dedim, Roman ‘Kesinlikle!’ diye cevap verdi. Ben de ‘İyi, peki.’ dedim. Ve şimdi, sinemaya gidiyoruz. Salondaki 800 kişi, o sahnede başını böyle sağa doğru uzatıyor, kapı pervazının arkasını (Ruth’un yüzünü) görebilmek için…” (Visions of Light, A. Glassman-T. McCarthy-S. Samuels, 1992)

İşte böyle: Sinematograf cihazının 1895’te icat edilmesinden kısa süre sonra, iki boyutlu bir yansıtma yüzeyinden başka bir şey olmayan sinema perdesinin böylesine derinlikler kazanmasını sağlayan şaşırtıcı zenginlikte bir görüntü grameri geliştirildi. Şaşırtıcı, biraz da ürkütücü, çünkü bugün artık o kadar çok görüntüyle muhatap oluyoruz ki, hangisinde başımızı bir yana eğme ihtiyacı duyuyoruz, hangisinde gözlerimizi kısarak bakıyoruz, kimse bilmiyor. Totaliter rejimlerin medyayı ele geçirme çabalarının temelinde de bu gerçeklik yatıyor; kitlelerin bakışını yönlendirme gücü.

Akıllı telefon uygulamaları üzerinden abone olup takip ettiğim pek çok Rus haber kanalı var. Son 5-6 yıldır üye olduğum Rus gazetelerinin en rahatsız edici yanı, abartısız, her haber güncellemesinde en az bir silah haberi vermeleri. Güncel haberlerle ilgisi olmayan, Rusya’nın yaşam ve kültür tarihine dair yayın yapan kanallarda bile, bir gün “2. Dünya Savaşı’nda kullanılan gelişmiş Sovyet tanklarına ne oldu?” başlıklı bir haberle, ertesi gün “Rusya, uyuşturucuyla savaşta kullanmak için hibrid denizaltılar yapıyor:” başlıklı bir yazıyla karşılaşabiliyorsunuz. Sonrası, yani “faşistlere karşı savaşmış Sovyet tanklarıyla yeni Rus silahlarını aslında hiç de gerçekçi olmayan bir ideolojik ilişkiyle birbirine bağlama işi”, okurun bakışlarına bırakılmıştır…

ŞEKER MESELESİ

Bunun bizdeki versiyonu biraz daha farklı gelişiyor. Trabzon’da markete giden bir adam, şeker kalmadığını söyleyen satış görevlisine bağırarak “Cumhurbaşkanı yalan mı söylüyor yani?!” tarzı bir tepki veriyor.

Medya bu adamın bakışlarını öyle ilginç, öyle absürt biçimde yönlendiriyor ki, büyük olasılıkla şeker fabrikaları kapatılırken gıkı çıkmayan, bunun niçin yapıldığını sorgulamayan adam, mahallesindeki marketin envanteri konusunda o dükkânın çalışanına değil, saraylarda lüks ve ihtişam içinde yaşayan politikacının sözlerine inanıyor.

25 yıldan fazla süredir, başta filmler olmak üzere kitlelere sunulan görüntülerin nasıl kurgulandığıyla ilgili bilgiler paylaşarak öğrencilerin dünyaya daha bilinçli bakmalarını sağlamak için elimden geleni yapıyorum. Ama, mesela bu örnekteki adama, hiç değilse koskoca cumhurbaşkanının bir marketteki şekerler hakkında yalan söyleyip söylemeyeceği üzerine düşünme yeteneğini nasıl kazandırırız, işte onu bilmiyorum.