23 Eylül, 24 Eylül 1994 günleri, varlığı bile çoktan unutulmuş Mirik adlı mezra için özel iki gündür. O yılın Eylül, Ekim, Kasım ayları, yani ‘94 sonbaharı, ülkenin doğusunda aslında hakiki bir felâketler çağıdır. Ama bu defa konumuz Mirik.

Mirik, hemen ilgi uyandıran adıyla derhal dikkati üzerine çeker. Bu bilinmez yer adı, önce insanları, İbrahim Kaypakkaya ve Ali Haydar Yıldız adlarını akla getirir. Bu adlar, masallarda olmasa da, epeyce eskilerden, tarihin hızlı aktığı çağlardan kalma. Birincisi en az kırk senedir herkesçe tanınıyor, yürüyüşlerde fotoğrafları hiç eksik olmaz, ama ikincisi, o sanki biraz kuytularda ve eski bir ağıtta yalnız, fakat yerel olarak iyi biliniyor.

Ama Mirik’i hafızamıza kazan başka bir şeydir, çeyrek yüzyılı bulan bambaşka bir hikâyedir. Orada adlarını, yaşlarını, kıyafetlerini, sert yüz hatlarını kimselerin bilmediği insanlar yaşadı. Bu iki kapkara gün gelip çattığında, sadece bu iki aile gidememiş, çakılı kalmıştı. Aylar evveli, tüm komşular köyden ayrılmış, bilinmeyen şehirlere kaçmış, belki sır olmuşlardı. İki Mirikli aile, yanlarında başka canlılarla, ahırda keçiler, kuzular, kapı önünde köpekler, tarlada horozlar, tavuklar, gümüş bir derede sessiz balıklar, köyün tepesinde ulu ağaçlar, yemyeşil dallar, gündüz gökyüzünde canlı bir güneş, gece çocuklara masal dinletmek için parlayan bir ay kalmıştı. Hepsi beraber, Roj Deresi’nden esen rüzgâr, Zel’den gelen yağmurla birlikte, Mirik’te, hepimiz gibi, hepimizden çok sessiz ve yalnız, ağır ağır gelen üzerlerine kasırgayı görerek, ama el-kol bağlı, çaresiz, yaşamaktaydılar.

mirik-kayiplari-475489-1.Üniformaları, botları, atlarının parlayan nalları, kişnemeleri bile farklı, çelikten yapılmış, özel bir müfreze, ağır ağır Mirik mezrasına yaklaşmaktaydı. Bolu Tugayı, nereden geçse, oradan dumanla beraber acı dualar göğe yükseliyor, ardında küller, gözaltına alınmışlardan feryatlar, alınmış ama bırakılmamış ve kendilerinden bir daha asla haber alınmayacak insan hikâyeleri bırakıyordu. Şimdi sıra, Vartinik Mirik mezrasındaki, o yoksul iki ailedeydi, onlar, en yaşlıları güngörmüş Hıdır bile, başlarına ne geleceğini değil tahmin etmek, hayalini bile kuramazdı.

Köyler boşaltılmıştı, Mirik kalanlardandı, Işık ve Serin aileleri, yani bizimkiler en sona kalmışlardı. Bolu askerini, üniformaların parıltısını, vahşi kişneyişleriyle tarih öncesinden gelen atları, çelik miğferleri, polat kurşunları bilemezlerdi. Ama bilirlerdi zulumü ve ölümü, ol eski söylencelerden.

Bir hafta sonra izin aldı şehre göçenler, köye gittiklerinde, Hıdır’ın nazlı atı köyün ortasında bir kan gölü içinde yatıyordu, her taraf simsiyahtı, ağaçların yeşilleri bile, köy yakılmış, Hıdır, evler, içindeki yoksul kap-kacak da, Hıdır, Ali, Hatun, Yeter, Elif, Düzali, Dilek sanki sır olmuştu. Götürüldüklerine yaşlı gözleriyle dilleri lal Zel tanık oldu, dedi, sağımda rüzgâr, solumda kederle akan Roj vardı, kör olası gözlerim bunu da gördü, yalnız ben değil, ağlayan çocuğa rüzgâr, başımdan aşağı yağan yağmur, Roj tanıktır.

mirik-kayiplari-475490-1.Mirik Kayıpları, kendiliğinden kaybolmadı, onlar kaybedildiler, yirmi dört sene bir göz kırpmada geçti, Mirik bomboş, Zel orda, Roj Deresi de, ağaçlar yine yeşil, ama köpekler gitti, hiç kimseler duymadı Mirik Kayıplarını, ama kuşlar inatla her hazan mevsiminde gelip, yakılmış ama tekrar boy vermiş ağaçların dallarına konuyor, onların matemini tutuyor hep. Kaybedilen yedi kişi içinde üç yaşında, sevmeye doyulmayacak Dilek Serin de vardı.

Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman, Mirikliler zamandan kovuldular, fotoğraflarına bakınca donmuş gibiler. Mirik Kayıpları’ndan geldik bugüne, ölülerin mezarsızlığı, kalanların dinmeyen matemi bâkidir hepimizin ellerine.