Cennet gibi bir ülkede yaşıyoruz. Cennetiw cehenneme çevirmeye de niyetliyiz. Hem de ful + ful niyetliyiz. Günlük yaşamımız cennetten cehenneme sürekli evriliyor. Bugün rahat yaptığınız herhangi bir şey, ertesi gün imkânsıza dönüşüyor. Az önce beraber yürüdüğünüz yollar bir bakıyorsunuz ertesi gün üzerinize çöküyor. Her gün eve döndüğünüzde ‘Bugün de hayattayım’ diyebiliyorsanız, ne mutlu size.

Gün geliyor, katırlar kendilerini uçurumdan atıyor, ertesi gün katırların aslında intihar etmediği ve tarandığı ortaya çıkıyor. Gün geliyor seçim oluyor, ortalıkta plakasız arabalar var oluyor. Ertesi güne kimse o güzel arabalara ne olduğunu bilemiyor... O güzel insanlar o plakasız arabalara binip gazlıyor, gidiyorlar.

Cennet gibi ülke olmak kolay değil. Gözaltında hayatını kaybedenler, kendi kendini kafasını vura vura öldürenler, kimin vurduğu belli olmayan insanlar, hayvanlar, bitkiler ve şehirlerle yaşayıp gidiyoruz. Bugün de ölmedik. Yarına kısmettir belki.

Büyükşehirde yaşayanları ise daha ilginç deneyimler bekliyor. Çocukluğunuzun geçtiği yerleri anımsayın. Şimdi çocukken top oynadığınız, bisiklete bindiğiniz yerleri hatırlayın. Sahi nerede onlar? Görünüşe bakılırsa hepsi TOKİ’lenmiş gibi. Anılarımızın da üzerini betonla örtüyoruz milletçe. Zaten anı dediğin nedir ki? Önemli olan TOKİ güzelliği.

Kırsaldaysanız işiniz biraz daha kolay. Devlet babanın sizi gelip bulması biraz daha zaman alıyor. Fakat yaşadığınız yerde bir akarsu, bir vadi, bir güzellik, bir tarihi eser varsa, bir süre sonra onlara da ‘Ya bu dereler boşa akıyor, gelin şuraya verimsiz bir hidroelektrik santral yapalım’ diyen bıyıklılar geliyor... Dünyanın en güzel yerlerinden birinde oturuyorsanız, bıyıklılar sizi de buluyorlar. Sanki adeta ülkedeki güzellik onları bozuyor. Canınızın bir parçası dağınıza bi takım bıyıklı gelip ‘Bu dağda altın arayacağız, yaşasın patronlar’ diyerek, güzelim dağa siyanürü basabiliyor. Dağ içten içe eriyor, hayat bitiyor, reklamlar devam ediyor. Zenginler zenginleşiyor.

Halk nedense yüzyıllardır dinlenemiyor. Sesini çıkartamıyor. Gün geliyor cenderme, gün geliyor asker, gün geliyor polis suretinde sevimsiz otorite kendini gösteriyor. ‘Çık git buradan, burayı çirkinleştireceğiz, buralara yol yapacağız. Yol medeniyettir, medeni ol ulan’ diyor sana. Teyzeler, nineler, hayatları boyunca eşlerinin kötü muamelesinden başka kötü muameleye tanık olmamış insanlar isyan ediyor. Bıyıklı otorite sinsi sinsi bıyık altından gülüyor. İçkisi, kumarı yok. Tek kötü alışkanlığı açgözlülüğü. O kadar açgözlü ki, hiçbir ses kafasının içindeki ‘Buraların tek hâkimi benim, ben ne dersem o olur’ çığlığını bastıramıyor. Kafasında sadece bir tek ses var, başka seslere, renklere yer yok çünkü... İnsanlar geceleri sokağa çıkıyor, duvarları boyuyor, rengârenk resimler yapıyor. Sabah bıyıklı uyanınca ‘Silin bunların hepsini’ diye buyuruyor, griye dönüşüyor tarihimiz, kültürümüz, geçmişimiz. Gri belki de bıyıklı otoriteyi anlatan en iyi renk. Siyah ve beyazın mükemmel uyumu. Renklere karşı... Savaş gemileri, savaş uçakları, tanklar da gri ama o grinin amacı başka. Başka renkler yok otoritenin kafasında. Renk körü, duygu sağırı, sevgi dilsizi çünkü.

Belki de bıyıklı çok sıkılıyor. Belki de bıyıklı yalnız kalmak istemiyor. Belki de bıyıklı tek sıkılan insan olmak istemiyor. O yüzden herkesi sıkıyor, her şeyi griye boyuyor, renklere ve duygulara sinirleniyor.

Çünkü artık tek duygusu kalmış canavar sinirle ve şiddetle besleniyor.

Buyurun canımı da yiyin, afiyet olsun.