Neoliberalizmin dünyaya ve insanların dünyayı algılama biçimine hükmetme çabasıyla; ekonomide kuralsızlık ve özelleştirmeler doludizgin gider ve şu pandeminin çarpıcı biçimde gösterdiği gibi insanlığı da bir felakete sürüklerken, yalnızca kendisi için en iyi olanın peşinden koşan bir bireysel zihniyet de yaygınlaştı.

Gittikçe müştereklerimiz azaldı!

Müşterekler (commons) kent sosyolojisinin son yıllarda öne çıkan kavramlarından. Bir yandan müşterek mekanlarımızın, kentlerin meydanlarının, parklarının yok edilmesine tanık olunan süreçte, öte yandan da toplumsal yararı yüksek kimi kavram ve değerlerde ortaklaşamaz olduk.

Demokrasi gibi, özgürlükler, hukuk, adalet, yoksulluk gibi üzerinde ne kadar ortaklaşırsak o kadar huzurlu bir toplum olabileceğimiz, bir ülkenin toplumsal atmosferini oluşturan kavramlara dair ortaklaşmanın yerlerde süründüğü zamanlardayız.

Hani bir odaya girer girmez o odaya hâkim olan “atmosferi” hissedersiniz ya, bir ülkenin atmosferini ve o atmosfer içinde ne kadar solunup ne kadar soluksuz kaldığınızı belirleyen de bu kavramların “müşterek”liğidir.

Müşterek “bir grup insan tarafından paylaşılan kaynaklar”sa, o kaynakların ne kadar bol veya kıt olduğu kadar, “grup” dediğiniz topluluğa kimlerin dahil edilip, kimlerin dışlandığı da önemlidir. Bir ülkenin siyasal atmosferi ise, dahil edileni ve dışlananı ile o ülkedeki herkesin paylaştığı “kaynak”tır.

İnsanların «sadece kendi için en iyi olan”ın peşinden koştuğu bir dünyada, müşterekler gittikçe azalıp yok olurken, kendisi için en iyinin peşinde olanın yaşayabileceği bir dünya da kalmaz!

Can Dündar’a; “devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin” ve “silahlı terör örgütüne yardım” ettiği gerekçesiyle 27 yıl 6 ay hapis cezası verildi ve kimi gazeteciler de şıkıdım şıkıdım oynadı yaGazetecilerin bir «grup” olmadığının ve ifade özgürlüğü, gazetecilik, devlet sırrı, ulusal çıkar gibi kavram ve değerlere dair bir müştereklerinin bulunmadığının son göstergelerinden biri bu.

Velev ki “devlet sırrı” olsun gazetecinin yazdığı, sırrını korumanın gazetecinin işi değil “devletin görevi” olduğu bir mesleki “müşterek” değilse, bugün bu karara oynayanların da yarın gazetecilik yapamaz hale gelmesi işten bile değildir.

«Taraflar, bu sözleşme gereğince AİHM kararlarına uymakla ve bu kararları uygulamakla yükümlüdür.”, diyen bir sözleşmenin altına devlet olarak imza atmış ve anayasanıza da “AİHM kararlarıyla Türkiye’deki yasalar çelişirse AİHM kararlarına öncelik verilir...” yazmışsanız, artık AİHM kararlarının sizi bağlayacağı yasal/anayasal bir «müşterek” olmuştur.

Sözleşmeye imza atan devletin yöneticileri, o mahkeme “Selahattin Demirtaş salıverilmeli” dediğinde, bu “karar bizi bağlamaz” diyorsa, imzasıyla “müşterek” haline getirdiği bir değerden/kurumdan da vazgeçer! Bu, gerektiğinde onların da başvurabileceği bir AİHM’nin yok olması demektir.

«Biz”, müştereklerimizle biz oluruz!

Bir aile olmamızda, bir evin içinde aynı buzdolabını, aynı çamaşır makinesini müşterek kullanabilmemizin de payı vardır. Bir kentin sokaklarında yürüyerek, parklarında dolaşarak, kütüphanelerinde okuyup, tiyatrolarında oyunlar izleyerek birbirimize karıştığımızda hemşeri oluruz. Onlar müştereklerimizdir.

Müştereklere sahip çıkmak ahlaki bir görevdir aynı zamanda!

Birlikte yarattığımız bu gazete de müştereğimiz bizim. Şimdi ekonomik kaynakları kesilerek yok edilmek istenen bir müştereğe “dayanışma ilanları”mızla sahip çıkarken, ifade özgürlüğü gibi daha geniş bir müştereğe de sahip çıkıyor ve daha büyük bir “biz” oluyoruz.

Müştereklerimiz yoksa, “biz” de yokuz!