İşin özü şudur: Dünyanın dört bir yanına taşmış olan ABD kökenli veya çokuluslu dev şirketlerin milliyeti, eğer isterlerse, kayıtlı olduğu ülkeye göre tanımlanır. O zaman, “yabancı” (aslında ABD’li) şirket, ABD devletini tazminata mahkûm edebilecektir

‘Mutlak kapitalizm’

Yasama, yürütme, yargı… Kapitalist bir devletin geleneksel öğeleri… Doğal olarak burjuvazi her birini etkiler; denetlemeye çalışır; genellikle de başarılı olur. Ancak bu üç erk, biçimsel olarak devlet aygıtı içindeki konumlarını yitirmez.

Bugünlerde Amerikalı solcular Obama yönetimini bu temel ilkeyi çiğnemekle suçluyorlar. Giderek genişleyen bir alanda yasama, yürütme, yargı erklerinin sermayeye devredilmesinden endişe ediyorlar. Bu solcular, temsilî demokrasi tutkunudur; yani, devletin kendilerini (seçmenleri) temsil ettiğini düşünürler. Devletin geleneksel erklerini böylece yitirmesini, “şirketlerin bir darbesi” olarak da nitelendirirler (Lori Wallach).
Sözü edilen olgu, Obama’nın öncelikli bir projesi olan Trans-Pacific Partnership (“Pasifik-Ötesi Ortaklık”) Anlaşması ile ilgilidir. İngilizce kısaltması (TPP) ile biliniyor.

ABD ile Pasifik Okyanusu’nun iki tarafına dağılmış olan (Japonya, Vietnam, Malezya, Avustralya, Meksika, Şili dahil, ancak Çin hariç) 11 ülke arasında 2009’dan bu yana sürdürülen görüşmeler söz konusudur. Anlaşmanın kapsadığı alan çok geniş. Ticaret, yatırım, vergileme, patentler, telif hakları, ilaçlar, devletin yetkileri vs. ile ilgili düzenlemelerde, sermaye gruplarına (şirketlere) çok geniş, bazılarına göre sınırsız serbestlik sağlanmaktadır. İmzalayan devletler, bu alanı ileride de daraltmamayı, kısıtlamamayı üstlenmektedir.

“Coğrafî kapsamı sınırlı; bizi de ilgilendirmiyor” diye küçümsemeyiniz. Zira, biraz gecikmeli olarak (2013’ten itibaren) Atlantik Okyanusu’na taşınan bir benzeri, Transatlantic Trade and Investment Partnership (TTIP) başlığı altında ABD ile AB arasında müzakere edilmektedir. AKP hükümeti iş dünyasının örgütleri, dernekleri, AB ile Türkiye arasındaki Gümrük Birliği’ni vesile ederek, “sonuçlandığında bizi de alın” lobisi yapmaktadır.
• • •
Amerikalı solcular niçin tedirgin?
Zira, TPP anlaşma taslağını, hükümetler, diplomatlar değil; şirketler belirlemiş; müzakereler de onların denetimi altında yürütülmüştür. Anlaşma kesinleşir ve uygulamaya geçerse sermayenin kontrolü mutlaklaşacaktır. TPP’nin sonraki yıllarda değiştirilmesi imkânsızdır; ancak imzacıların oybirliğiyle son bulabilecektir. “Benden bu kadar; ayrılıyorum” seçeneği peşinen önlenmiştir.

Suçlamalar vahim. Biraz ayrıntıya girelim.

TPP görüşmeleri yoğun bir gizlilik perdesi altında yürütülmüştür. İmzacı hükümetler, anlaşmanın yürürlüğe girmesini izleyen dört yıl boyunca tutanakları açıklamayacaklar. Her hükümet, müzakerelere en çok üç temsilci ile katılabilmiştir. Buna karşılık, TPP’nin öncüsü olan ABD, çeşitli şirket gruplarının sayıları 500’ü aşan temsilcisini (Ticaret Danışma Komiteleri aracılığıyla) müzakerelere aktif olarak katmıştır. Böylece, anlaşma taslağı büyük ölçüde sermaye çevrelerinin eseri olmuş; ufak-tefek revizyonlar onlarla diğer ülke temsilcileri arasındaki uzlaşmalar sonunda yapılmıştır.

Peki, sonuçta ABD Kongresi onaylamayacak mı? İyi ama nasıl? Kongre üyeleri hazırlanan taslaktan, tutanaklardan, habersiz tutulmuştur. Demokrat Parti’nin sol kanadı TPP’ye ilke olarak muhalif olduğuna göre, ayrıntılardaki sakıncalar, Kongre görüşmeleri aşamasında giderilemez mi?

Obama Yönetimi bu seçeneği önlemekte kararlıdır. TPP Anlaşması’nın Kongre’de madde madde tartışılmasını, revizyonlarını önleyen; sadece tümü için “kabul veya ret” oylamasıyla geçmesini sağlayacak bir “hızlandırılmış yasa yetkisi” (“fast-track authority”) çıkarılmak üzeredir. Cumhuriyetçi çoğunluk ve Obama destekçisi Demokratlar bu formülü benimsemiştir.

Dolayısıyla yasa (TPP), Kongre büyük ölçüde devre dışı bırakılarak yürürlüğe geçecek; daha sonra da değiştirilemeyecektir. Devlet, yasama erkini, bir anlamda sermayeye terk etmiştir.
• • •
Peki, uygulama nasıl olacak?

TPP’yi kabul eden bir devlet, ülke sınırları içinde, diğer imzacı ülkelerin şirketlerine anlaşmanın öngördüğü geniş (neredeyse sınırsız) serbestliği sağlamakla yükümlüdür. Bu yükümlülüğü çiğnerse, örneğin sonradan çıkarılan bir yasa, yönetmelik veya uygulama, yabancı şirketin satışlarını, kârlarını, kâr beklentilerini olumsuz etkilerse ne olur? Örneğin imar, inşaat izinlerini, sağlık, çevre kısıtlamalarını, çalışma koşullarını, vergileri değiştiren düzenlemelerden söz ediyorum.

İhtilâfların çözülmesi yargı erki ile ilgilidir. TPP, yargı yetkisini ulusal mahkemelere değil, tahkim kurullarına intikal ettirmektedir. Tahkim ise, sadece yabancı şirket ve yatırımcılara sağlanan bir haktır; vatandaşlara değil… Hakemler, genellikle uluslararası şirketlerin hukukçularından oluşacaktır. Kararlar kesindir; temyiz yoktur. Tahkim kurulları zaman içinde çeşitli konularda içtihat oluşturabilirler; dolayısıyla “özgün yasa” (TPP), hakemler tarafından belli doğrultularda yorumlandığında, fiilen değişmiş olacaktır. Bu tür revizyonların yasama organı tarafından düzeltilmesi, iptali imkânsızdır; zira TPP dokunulmazlık kazanmıştır.

Bir tahkim kurulu, yabancı şirketi haklı bulduğunda, davalı devlete “yabancı şirketin olası zararlarını tazmin et veya bu zararlara yol açabilecek olan yasayı, yönetmeliği kaldır; uygulamaya son ver” talimatını vermiş olur. Kararı uygulama yükümlülüğü (“yürütme erki”), davalı devletin yetkililerindedir. Ancak konumları pasiftir; sürüncemede bırakabilme esneklikleri yoktur. Çok sayıda örnek var. Şu veya bu şekilde tazminat (gecikme faizleriyle birlikte) ödenecektir.
TPP tasarlandığı gibi gerçekleşirse, ortaya çıkan duruma herhalde, mutlak kapitalizm diyebiliriz. Bu terimi, bir Amerikalı yazardan, Lambert Strether’den (www.nakedcapitalism.com., 20 Şubat 2015) ödünç aldım.
İyi kalpli bir Amerikalı olduğu anlaşılan Strether, TPP tasarımına bakarak ABD’nin dördüncü Başkanı James Madison’un şu sözlerini hatırlamış: “Yasama, yürütme ve yargı aynı ellerde birleşirse, bu durum mutlakiyetçiliktir.” Strether, “sermayenin hizmetinde anayasal düzendeki küresel değişiklik, mutlakiyetçi kapitalizmdir ve dünya tarihinin en büyük çitleme olayıdır…”
“Çitleme”, ise, bilindiği gibi, kapitalizmin kökeninde köylülerin mülksüzleştirilme, proleterleştirilme sürecine verilen addır.
• • •

Burada tuhaf bir durum var: Amerikan solcuları, devletlerinin bağımsızlığını yabancı sermayeye karşı korumaya mı çalışıyorlar?
ABD devleti, dünyanın en güçlü tekelci sermayesinin devletidir. TPP’nin imzacılarında ise (Japonya’yı saymazsak) büyük boyutlu sermaye ihraç kapasitesi yoktur ve bunların sekizi zaten emperyalist sistemin bağımlı çevresinde yer almaktadır. ABD devletini tehdit edecek yatırımları bu ülkelerin “gariban” şirketleri mi yapacak?
İşin özü şudur: Dünyanın dört bir yanına taşmış olan ABD kökenli veya çokuluslu dev şirketlerin milliyeti, eğer isterlerse, kayıtlı olduğu ülkeye göre tanımlanır. O zaman, “yabancı” (aslında ABD’li) şirket, ABD devletini tazminata mahkûm edebilecektir. Amerikalı solcular, eleştirilerini “ulusal hükümranlık” üzerinde odaklaştırsalar bile, aslında, “sermayenin sınırlar-üstü hükümranlığına”, kısacası, mutlak kapitalizme karşı çıkmış oluyorlar.
Tehlike, korkulduğu kadar ciddi midir?

TPP ne ilk, ne de tek uygulamadır. İkili ticaret anlaşmaları, NAFTA, bazen Dünya Bankası kullanılarak, arada bir tahkim kurulları ulusal yargı erkinin yerine geçebilmiştir. Bu tür örnekler, uygulamalar artmaktadır. Çoğunda ABD, hepsinde büyük sermaye ön plandadır. Bizleri de ilgilendiriyor.
İleride gözden geçirmek üzere…