Mazide kalmış ya da bazı eserleri bize duyurulmamış yazarların kitaplarının günümüze aktarılmasını takip ediyorum. Çok da hoşuma gidiyor. Bazıları Latin harflerine çevrilmiş, bazıları ise günümüz insanlarının anlayacağı kabul edilen bir kelime dağarcığıyla sadeleştirilmiş. Bunda belki üç yılı aşkın bir süredir Osmanlıca öğrenmeye çalışmamın da payı var. Hatta bir sayfası Osmanlıca, bir sayfası Latin harfleriyle olsa daha da memnun olacağım.

Ama bugün anlatmak istediğim bu değil. Eski dediğimiz kitapların ne kadar eski olduğunu tartışmak isterim, örneğin. Bugün elimde olan “Nedret” 1922 yılında yazılmış. İthaki’den çıkmış. Günümüz Türkçe’sine uyarlayan ve yayıma hazırlayan Bige Bilgen. Fakat bambaşka bir dünyadan ışınlanmış gibi. Belki bunda Güzide hanımın melodramlara olan düşkünlüğü de rol oynuyor. Huzuru bulmak için çiftliklerine kapanmış zengin ve güzel kızları bir yana bıraksak bile, pek çok ayrıntı bugünden pek çok farklı.


“Arada bir asır var” diyeceksiniz. Evet ama, insanlar kaba hatlarıyla da olsa bildiğimiz insanlar. Gerçi bir kısmı onlarca yıl boyu değişmiyor, bir kısmı fırıldak gibi dönüyor ama bu da yabancısı olduğumuz bir insanlık hâli değil. Bütün bunların dışında, kültür de değişik bir kültür. Gerçi şaşacak ne var diye soracaksınız. Ben daha seksen yaşına basmak üzereyim (henüz), geriye baktığım zaman çocukluğum, ilk gençliğim hakiki hayattan değil de, o zamanlar okuduğum kitaplardan, gördüğüm filmlerden fırlamış gibi.

Bu kitaplar (son 80 ilâ 100 yılla sınırlı olduğumuzu varsayalım), son zamanlara kadar öksüz bırakılmıştı desek yeridir. Bir kısmı yeniyken bile belli bir kesim tarafından bir kenara itilmişlerdi. Kerime hanım (Nadir) ve Muazzez hanımın (Tahsin) kitapları gibi. Annem onaylamazdı, okul onaylamazdı. Biz onaylardık ama. En azından merak ederdik ve bu merak saikiyle okumaya başladık. Sonra da pembe diziymiş gibi kapılıp giderdik.

Değillerdi oysa, insani malzemeden oluşan kitaplardı. İşin fenası, edebiyatçı takımı da, ciddi yazarlar dururken onları okumamıza anlam veremezdi. Bazen biri aralarından cımbızla çekilir, yeni kitaplarının eski kitapları gibi olmadığı söylenir, baskılar yapılır, okunurdu. Peride Celal hanım gibi. Ki, o yeni kitapları çok sevdiğimi de hemen söyleyeyim. Ama belki de benim söylediklerim sayılmaz. Ne olsa eskilerini de heyecanla okurdum.

Oysa bu sayede edebiyat uyarlamalarına da dalar giderdik. Hepsinin bir ya da birkaç uyarlaması vardı. Ben, hele aradan zaman geçtikten sonra, bu iki âlemden kişilerin de onlarla ilgilendiklerine ender rastladım. Böyle bir istisna Selim İleri’ydi meselâ. Sinemayla da ilgiliydi, senaryo da yazdığı için. Kitapları okumuştu. Yazarları ciddiye alır, onlarla söyleşiler yapardı. Ama ciddiye almak gerekiyordu, çünkü çok okunan, filmleri çok izlenen yazarlardı onlar. Güzide Sabri’yi okumamış olanlar var olabilir ama o sıralarda sinemaya gitme yaşında olup da Nedret’in devamı olduğu “Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrûkesi”ni izlememiş sinema seyircisi olacağını düşünemiyorum.

Selim’in bu konularda yazdıkları, söyleşileri bir yana, bu vakte kadar kitabı hakkında niye bir şey yazmamış olduğumu anlayamadığım Erol Üyepazarcı üstadımız da var. Hayır, polisiye kitabını söylemiyorum. Kendisinin “tuğla gibi” tanımını uygun bulduğu “Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes” değil, diğeri gibi iki cilt olan ve Oğlak’tan çıkan “Unutulanlar, Hiç Bilinmeyenler ve Bilinmek İstemeyenler – Türkiye’de Popüler Romanın İlk Yüzyılının Öyküsü (1875-1975)” gerçekten Türk edebiyatı hakkında bilgisi olduğunu söyleyen herkesin okuması isabet olacak bir kitap. Ümit Deniz – Murat Davman maddesini bir daha okudum da, niye bunu polisiyeye almamış olduğuma hayret ettim. Peki, Osman Cemal Kaygılı bu şemsiye altına mı girmeliydi? Ama durum öyle…

O zaman hem Erol ağbinin kitabını tavsiye ederim, hem de çevrilip sadeleşenleri. Umarım niye okudum demezsiniz.