İnsanlığın 15 bin yıldır ortaya koyduğu tüm görsel-işitsel kültür birikiminin bir beyazperdede toplanıyor olmasının büyüleyici bir yanı var. Sinemayı basit bir ışık oyunu olmaktan çıkarıp ‘büyülü fener’ yapan da bu büyüdür zaten. Anlam derinliği konusunda bazen mağara duvarlarına resim yapan atalarımızdan farksız olduğumuz anlatılar çıkabiliyor ortaya, ama bu da öykü kurma işinin doğal bir parçası; sinemacılar bazen çok basit gündelik şeyler anlatırken bazen de binlerce yılın mitolojik-folklorik birikimini üst üste yığarak şaşırtıcı bulmaca-filmler yapıyor. Geçen hafta gösterime giren El Royale’de Zor Zamanlar, bu neo-mitik bulmacaların iyi örneklerinden biri olarak hemen tarihe geçti.

Film, ‘iyi insan’ olmanın insanüstü bir çaba gerektirdiği bir dünyaya dair tuhaf bir gizem ve şiddet gösterisi sunuyor. Politik skandal ve cinayetlerin, banka soygunlarının, ajanların, tarikat manyaklarının, psikopat karakterlerin cirit attığı bu gösterinin mekanı ise çok sayıda sembolik anlama ev sahipliği yapan, aynı anda hem Truva hem de Truva Atı olabilecek kadar çok katmanlı bir yer, bir motel (yol üstü oteli); California ve Nevada’yı birbirinden ayıran hayalî sınır çizgisinin tam üstüne kurulmuş, varoluşsal bir sınır kapısı. Bu sınırda buluşan yedi kişi

Yönetmen Drew Goddard’ın senaristlik kariyerinde Lost dizisinin dokuz bölümü var. Yani El Royale’nin anlam katmanlarından biri kolayca ‘cehenneme geçiş sağlayan bir araf bölgesi’ne denk düşüyor. El Royale ‘krallık’ demek; böylece cenneti ve cehennemiyle ‘tanrının krallığı’na (kingdom of heaven) ayak basıyoruz. Kırmızının yoğun kullanımıyla hem bu anlamı destekleyen hem de seyirciyi alarm halinde tutan film, İlahi Komedya’yı bu sefer Dante’nin değil cehennemin yedi katındaki günahkârların gözünden sunuyor..

Yuhanna incilinde kıyamet sahnelerinin anlatıldığı Esinlenme bölümü sayesinde, 7 sayısı etrafında örülen bir Hıristiyan miti var. En çarpıcı sinematografik yorumlarından birini Ingmar Bergman’ın yaptığı (Det Sjunde Inseglet/Yedinci Mühür, 1957) ‘7 mühür’le bu filmde de karşılaşıyoruz. 7 ölümcül günahı işledikleri tahmin edilebilecek 7 kişi -başlarında Lucifer’in bulunduğu, cehennemdeki lejyonlarıyla savaşa hazır 7 prens- ve cehennemin 7 katında -motelin odaları- yaşananlar ‘yönetim’ tarafından sürekli izleniyor, bir gün bir yerlerde kullanılmak üzere kayıt altına alınıyor. Böylece kötülük kavramının dinsel boyutunda bir yolculuğa çıkıyoruz. Otelin iç mimarisinde o kadar çok çizgi var ki, bunlarla ‘7 prens’in mühürlerini (kıyamete doğru açılacak 7 mührü) oluşturmak çok kolay -finale doğru, cehennemî bir kiliseyi andıran resepsiyon sahnelerinde Asmodeus (şehvet) ve Amon’un (öfke/nefret) sembollerini görebilirsiniz.

El Royale’yi güzel bir film yapan temel unsur da tam burada belirginleşiyor: Bu kadar dinsel referansa rağmen bu dinsel bir film değil; anlatılan kötülük ve gazap dünyasını yakından biliyoruz. Dahası, kötülüğün kaynağının bu dinsel düzen olduğunu da görüyoruz.

Son on yılda yaşanan mitik film furyası (Titanların Savaşı-2010, Ölümsüzler: Tanrıların Savaşı-2011, Titanların Öfkesi-2012, Herkül: Özgürlük Savaşçısı-2014, Herkül: Efsane Başlıyor-2014, Mısır’ın Tanrıları-2016 vd.) insanların değil tanrıların/yarı-tanrıların hikayelerini anlatıyordu. İyi bir neo-mitik film örneği olarak El Royale bize gökyüzünden yeryüzüne değil yeryüzünden gökyüzüne doğru ilerleyen bir düzeni anlatıyor: İyilik de bizim, kötülük de; cenneti de biz inşa ediyoruz, cehennemi de; tanrıyı da biz var ediyoruz, kulu da...