Salgının en çok etkilediği ülkelerden birisi durumundayız. Sağlık Bakanlığı tarafından açıklanan resmi vaka sayıları adeta buzdağının görünen yüzü gibi duruyor. Yakın çevremizden pek çok kişinin hastalığa yakalandığını, bir kısmının hastalığa bağlı nedenlerle hayatını kaybettiğini biliyoruz.

Henüz nereye varacağı konusunda kesin bilgimiz olmamasına rağmen salgın konusunda bazı çıkarımlar yapmak mümkün ve gerekli.

Dünyanın böylesi bir tehdide karşı hiçbir biçimde hazırlıklı olmadığını gördük. Gelişmişlik düzeyi, kültürel alışkanlığı, sosyal ilişkileri nasıl olursa olsun bu salgın tüm ülkelerde hızla yayıldı. Henüz hiçbir ülke bu yayılımın önüne set olacak bir uygulama ya dakesin bir tedavi yöntemi geliştirebilmiş değil. Türkiye de dahil pek çok ülke el yordamıyla, deneyimlerinden öğrendikleriyle süreci ilerletmeye çalışıyor.

Bunun yanında, sağlık ve sosyal güvenlik sistemi kamusal niteliğini devam ettiren ülkelerin, salgın ne kadar yaygın olursa olsun hastalıkla baş etme konusunda daha başarılı sonuçlar elde ettiğini de görüyoruz.

Sadece kamusal sağlık hizmetleri değil, aşı programından halk sağlığı uygulamalarına kadar her aşamadaki sağlık hizmetlerini ve bu hizmetlere erişim imkanlarını kamusal bir anlayışla yürüten ülkeler, bu süreci şimdilik daha sürdürülebilir biçimde götürüyor. Bu ülkeler sadece hastalıkla mücadele konusunda değil, salgının yarattığı sosyal ve ekonomik sorunların toplumsal sonuçlarını hafifletmek konusunda da görece başarılı görünüyorlar.

Neoliberalizmin en acımasız biçimiyle uygulandığı, sağlığın ve sosyal güvenliğin tümüyle özelleştirildiği, koruyucu halk sağlığı politikalarının uygulanmadığı ülkeler ise kontrolü tamamıyla elden kaybettiler. Yurttaşlarını, hatta sağlık çalışanlarını salgına karşı koruyamadılar.

Yıllardır neoliberal politikaların halk düşmanlığı olduğunu, kamusal hizmetlerin ve sektörlerin hiçbir biçimde özelleştirilmemesi, ticarileştirilmemesi gerektiğini dile getiriyoruz.

Ülkemizde özellikle sağlık, sosyal güvenlik ve eğitim sistemi tümüyle özelleştirilememişse, halk sağlığı uygulamaları bir biçimiyle devam ediyorsa bu, başta emek ve meslek örgütleri olmak üzere toplumsal muhalefetin bu kamusal haklara sahip çıkma konusundaki yürekli mücadelesi sayesindedir.

80’li yıllardan bu yana devam eden neoliberal program karşısında hiçbir toplumsal muhalefet görmeseydi, tüm hastanelerimiz özelleştirilmiş, sağlık hakkına erişim olanağımız elimizden alınmış, salgına karşı hiçbir önleyici-koruyucu sağlık hizmetinden faydalanamaz hale gelmiş olurduk.

AKP’NİN ELİNDEKİ ÇEKİÇ

Bir söz vardır bilirsiniz: “elinde sadece çekiç olan kimse, karşısına çıkan bütün sorunları çivi olarak görürmüş”. Bu söz adeta AKP’nin tek adam rejimi politikalarının özetler durumunda. Uzun yıllardan bu yana elinde zorbalık dışında bir toplumsal politikası kalmayan AKP, karşısında çıkan her sorunu şiddet ve baskı uygulamaları ile çözmeye çalışıyor. Devlet kurumlarını, valilikleri, polis gücünü, hukuku, basını ve sosyal medyayı bu şiddet ve baskının bir aracı olarak kullanıyor.

Halkla doğrudan ve etkin temas etme şansı olan Büyükşehir Belediyelerinin kontrolü altında olmaması, cumhurbaşkanını daha da hırçınlaştırıyor. İktidarın büyükşehir belediyelerini etkisizleştirmek için aldığı kararların şirazesi giderek kayıyor.90’lı yıllardan itibaren kendi siyasal geleneklerinin en önemli politika aracı olan yerel yönetim ve sosyal yardım ilişkisini kesmek için harcadığı çabanın uzun vadede, AKP’nin kendi toplumsal tabanını da aşındıracağı söylenebilir.

AKP’nin yarattığı bu baskı ve zorbalık iklimi, her zaman olduğu gibi kendi yetersizliklerini, kendi hatalarını, kendi başarısızlıklarını örtmeyi amaçlıyor. Aktif vaka sayısı bakımından dünyada altıncı sırada olunmasına rağmen hastalıkla mücadeleden bir başarı öyküsü yaratılmaya çalışılarak süreci kendi iktidarları açısından yeni bir sıçrama noktası olarak değerlendirmeye çalışıyorlar.

AKP’nin yaratmaya çalıştığı bu algıyı bozan herkes, her kurum tehdit olarak gösteriliyor ve hızla derdest ediliyor. Koruyucu ekipman eksikliğini dile getiren sağlıkçılar göz altına alınıyor, ölüm sayıları şüpheli diye açıklama yapan Tabip Odası tehdit ediliyor, maske dağıtılmamasından şikayet eden sosyal medya kullanıcıları hakkında soruşturma açılıyor.

Hatırlarsınız Çernobil Faciası yaşandıktan sonra Türkiye’nin bu felaketten nasıl etkilendiği ortaya çıkmasın diye YÖK, üniversitelerin radyasyon konusunda araştırma yapmasını yasaklamıştı. Aradan geçen 35 yılın ardından bugün de aynı şeyleri yaşıyoruz. Siyasi iktidar bir kez daha salgınla ilgili araştırmaları yasakladı. 35 yıl önce ODTÜ’lü hocalarımız çaydaki radyasyonun insan sağlığını tehdit edecek boyutlarda olduğunu saptayıp bunu kamuoyuyla paylaşmıştı. Bugün de pek çok bilim insanı ve meslek örgütü AKP’nin olanca baskısına rağmen gerçekleri açıklamaya devam ediyor.

Hep denildiği gibi, gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkmak gibi bir alışkanlığı vardır. Fakat bu, gerçekle yüzleşmekten korkmayan cesur insanlar sayesindedir.