Nihayet Kazuo Ishiguro

2017’nin Nobel Edebiyat Ödülü’nü Kazuo İshiguro’nun aldığını televizyonda görür görmez, “Aa, İshiguro!” diye bağırmışım. Cidden şaşırmıştım, çünkü her yıl ya onun ya Murakami’nin Nobel almalarını beklediğim halde, ödülün başka yerlere gitmesine alışmıştım. Alice Munro’yu kastetmiyorum. Onun Nobel’i alması beni hem takdır edildiği için çok sevindirmiş, hem de o vakte kadar sanki birkaç kişinin ortak sırrı olan kıymetli yazarımız elden gitti, aniden halka mâl oldu diye üzmüştü.

İshiguro’nun Nobel’i onunki kadar şaşırtıcı olmadı. Murakami alsa, o hiç şaşırtıcı olmazdı. Favori olanlar ise, ödülü her almayışlarında daha da favori oluyorlar sanki. Salman Rushdie, örneğin. Hicivci Gary Shteyngart geçen sene Nobel Edebiyat ödülü’nü Bob Dylan aldığında hicivciliğinin hakkını vererek, “Nobel komitesini çok iyi anlıyorum,” demişti. “Kitap “okumak zordur.” Salman Rushdie ise, bu seçimi “parlak” bulup, çağlar boyunca şarkı ve şiirin birbirine yakından bağlı” olduğunu geçen yıl bizlere nasıl hatırlatmışsa; bu sefer de kardeşi Ish’i ve onun yayınevi Faber&Faber’i tebrik etmekten geri kalmadı.

Murakami gene almadı ama ‘ödülsüzlük’te yalnız kalmadı. Nobel’i Margaret Atwood da almadı çünkü. Üstelik 30 yıl önceki kitabı “The Handmaid’s Tale”in hâlâ ve özellikle bu yıl dillerde dolaşmasına rağmen. Kenyalı romancı, pek çok kişinin favorisi Ngugi wa Thiong'o da yeni bir sonbaharı bekliyor. Ama hicivci arkadaşımız yanılıyor olabilir. Komite kitapları okumuyor olsa bile, onun kitap kapaklarının sihrine karşı koyamazdı diye düşünüyorum. Yer yer Gaugin, bazen Van Gogh tablolarını andırıyorlar. Ismael Kadare’nin zaferini bekleyenlerinki biraz “ah keşke!” meselesi olduğu için, onlar sanırım hayli bekleyecek. Kadare’yi sevmediğimden değil, o da kıymetli bir yazarımdır.

Kazuo Gshiguro’ya gelince, biraz hayretle ama “harika!” gibi sıfatlarla karşılandı, malum terimle Nobel’e “layık” bulundu. Doğruya doğru, birinci sınıf bir yazardır. “Never Let Me Go / Beni Asla Bırakma”, yüzyılın en iyi romanları arasında resmen yer almıştı. “Remains of the Day / Günden Kalanlar” kusursuz bir romandır. James Ivory’nin yönettiği bir de filmi var. Hem bir kişinin öncelikle asla açıklamadığı duygularından doğan sıkıntılarını, hem de savaş öncesi dönemin sorunlarını sanki hep aynı akış içinde anlatır. Kitabın son derece başarılı filmi ve baş uşak Stephen’de o sıralar henüz Sör olmayan Anthony Hopkins’in fevkalade başarılı performansı da, “Günden Kalanlar”ın en iyi bilinen Ishiguro kitabı olmasına hayli katkıda bulundu bulunmasına ama, kitap gerçekten de daha çarpıcı ve derinliklidir.

İşin hoş tarafı da, beş yaşında İngiltere’ye gelmiş Japon asıllı bir İngilizin, yeni ülkesini ve o ülkenin insanlarını bütün incelikleriyle anlattığı bu kitabı beyazperdeye Tayvanlı ve iki Oskar’lı bir yönetmenin, başka bir kültürü tamamen özümsemeyi başarmış Ang Lee’nin yönetmiş olması.

Ishiguro’nun kendisi, haberi telefonla menajerinden almış. Çok şaşırdığını söylüyor. İlk başta inanmadığı gibi uzunca bir süre de Nobel Edebiyat Ödülü’nü, devir icabı, bir ‘yalan haber’ sanmış. Boş bulunmuş, anlaşılan. Demek ki, her şeye rağmen onun ödülünü en normal karşılayanlar, gene de sadık hayranlarıymış. Evet, şarkılar ve şiirler çağlar boyu yakın arkadaş olabilir ama Nobel Edebiyat Ödülü’nü bir şarkıcının ardından bir romancının almış olması güzel. Hem Kazuo İshiguro gitar da çalıyor.