Byung Chul Han’ın ‘Psikopolitika’ adlı kitabında rastlamıştım, ‘özgürlük’ (freiheit) ile ‘arkadaş’ (freund) sözcüklerinin Hint-Avrupa dil ailesinde aynı kökene sahip olduğunu. Özgür olmanın an-lamı, dostlar arasında olmak… Özgürlüğün gerçekte ilişkisel bir anlamı olması, çağımızın neden bir ‘kaygı çağı’ olduğunu da açıklıyor; çünkü iletişim çağında ilişki kurmak kolay olduğu kadar imkânsız hale de geldi, kaygı yükleyerek. Dijital teknolojideki gelişmelerle birlikte sosyal med-yanın yaygınlığı ve çeşitliliği etkili bir düzeye ulaştı. İlk zamanlarda, sosyal medyanın ‘sınırsız özgürlük’ ve hareket vadettiği düşünülüyordu, ama günümüzde geldiği nokta ‘dijital panapti-kon’lar olarak toplumsal olanı gözetleyen ve sömüren, linç hadiselerine zemin sağlayan, dikkat çekmek uğruna çoğu kişinin her şeyini ifşa etmeye gönüllü olduğu, içselliğin şeffaflık ve yüzey-sellikle yer değiştirdiği, başlarda çeşitliliği kışkırtırken artık herkese uyumlu olmayı dayatan bir platforma dönüştü, tek tek bireylerde kaygıyı yükselterek ve başka tür bir yalnızlığı dayatarak… Sosyal medya, dostlar arasında olduğumuz duygusu vermiyor eskisi gibi, yani özgürlüğün ihtiyaç duyduğu ilişkisellik biçim değiştirdi.

***

Yapılan çalışmalardan biliyoruz ki, yeni doğan bir bebek, henüz sembolizasyon kapasitesi geliş-memişken bile ilişkisel bir ihtiyaç halindedir. Örneğin, bir iki haftalık bebekler, diğer nesnelerle karşılaştırıldığında insan yüzüne karşı daha çok ilgi gösterirler. Parçalara ayrılmış ve karıştırılmış insan yüzü resimlerinden daha çok bütünlüğü olan insan yüzü resimlerine ilgi gösterirler. Doğuş-tan itibaren ilişkisel varlıklar oluşumuza dair daha pek çok kanıt sunulabilir.

Psikolojide ilişkinin anlamı üzerine epeyce bir tartışma ve çalışma var. Bugün gelinen noktada, nörolojik çalışmaların da bize gösterdiği gibi, zihin ve benlik, önceden belirlenmiş bir dizi yapı-dan çok, etkileşimsel örüntüler ve kişilerarası ilişkilerden türemiş olan içsel yapılardan oluşuyor.

Psikiyatrist ve psikanalist Ronald Fairbairn’in yaklaşımına göre insan deneyiminde temel moti-vasyon, öteki kişide yoğun bir duygusal bağ arayıp bulmak ve bunu sürdürmek. Sosyal medyaya yönelik temel motivasyon da bu ihtiyaçla ilişkiliydi, ama gelinen noktada bu ihtiyaç, sömürünün ve tektipleştirmenin aracı haline geldi. Ama bu soruna neden olan şey sosyal medyanın kendisi değil, sosyal medyanın hangi siyasi ve sosyal düzlemde nasıl yönlendirildiği, şekillendiğiyle ilgi-li.

***

Stephen A. Mitchell, ‘Psikanalizde İlişkisel Kavramlar’ adlı kitabında, Melanie Klein’ı anarak, yaşam boyu devam eden temel çekişmenin başkalarıyla yakın bağ kurmayla ilgili olduğunu yaz-mıştı. Bütün mesele, o bağları kurmak, devam ettirmek ve korumaya yönelik ihtiyaç ile “bu bağla-rın yarattığı acı ve tehlikelerden, incinebilirlik duyumundan, hayal kırıklığına uğrama tehdidin-den, yutulma, istismar edilme ve kaybetme korkusundan kaçınma” isteği arasındaki mücadeledir. Bu yüzden, tüketim toplumunun neoliberalizm içinde tanımladığı ‘bireysel özgürlük’ iddiası artık bir anlam ifade etmiyor, Byung Chul Han’ın altını çizdiği gibi ‘özgürlük’, ancak dostlarla, ilişki-sellik içinde gerçek anlamına kavuşur. Mitchell’in temel çelişki dediği şeyin şimdilik ‘karanlık’ tarafındayız ve kaygı doluyuz, ama yaşamın devam edebilmesi için kişilerarası o bağların yeniden ve daha güçlü kurulmasına yönelik politikalara ve Italo Calvino’nun bahsettiği ‘genel ahlaki dev-rim’e ihtiyacımız her geçen gün artıyor.