Erdoğan’ın İslamcı fikirlerinin “patron devlet, işçi halk” çerçevesine yedirilmesi karşımıza neoliberal bir tek adam rejimini çıkarıyor. Böyle bir rejimin halk için olumlu sonuç vermediğini de yaşayarak gözlüyoruz.

Patron devlet, işçi halk
Fotoğraf: DepoPhotos

Kamu Maliyesi derslerinin giriş bölümleri özel sektör ile kamu sektörü arasındaki farkları konuşarak geçer. En temel fark, birinde olan ve diğerinde olmayan egemenlik gücüdür. Soyut bir kavram gibi gelebilir fakat bu fark, özel sektör ile kamu sektörünün işleyiş biçimini tümüyle değiştirir. Mesela, egemenlik gücü sayesinde devlet, zorla gelir toplayabilir. Hatta birincil gelir kaynağı da zorla topladığı gelirlerdir. Vergi, harç, para cezaları vs vs.
Hatta o kadar ki, bu gelirlerin bir kısmı karşılıksızdır. Yani vergiyi ödedikten sonra vergiyi ödemeyenlerden farklı bir imtiyaz da elde etmezsiniz. Örneğin, içki içen bir kişi katlandığı vergi nedeniyle, içki içmeyen kişilerden daha farklı bir kamu hizmetiyle karşılaşmaz. Tümüyle karşılıksız toplanır tüm vergiler ve bu parayı zorla toplarsınız. Bu cürete egemenlik gücü deniyor.


Egemenlik gücüne dayanak nedir? Bu gücü kullanan iktidarlar, nereye dayanırlar? Tanrıya? Soya, aileye? Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması bu gücün halk tarafından ve halk için kullanılması gerektiğine ilişkin ima da barındırır. Tüm tarihsel örnekler, egemenlik gücünün tanrıya veya tanrı aracılığıyla soya, aileye dayanmasının halk kesimleri için olumsuz sonuçlar verdiği yönünde… Bu haliyle, cumhuriyet rejimine karşı çıkmak bir tür halk düşmanlığına dönüşebiliyor. Egemenlik gücünün denetiminin bu nedenle şeffaf ve hesap verilebilirlik ilkelerine uygun olması gerekiyor.
Bunların hiçbiri özel sektör için geçerli değildir. Bu durumun temel nedeni egemenlik gücünün özel sektörde olmamasıdır. Buradan hareketle, özel sektörün gelirlerinin hiçbiri zorla elde edilmez. Hepsi rızaya dayanır. Kâr, rant, faiz ya da kâr payı şeklindeki gelirler piyasa faaliyetinin sonucu elde edilir.

Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu bir politik rejimde, özel sektör doğası gereği kamuya tabidir. Kamunun regülasyon gücü sadece halk kesimlerini değil, sermaye sahiplerini de bağlar. Piyasa mekanizması hayatın olağan akışı gereği sermaye sahiplerinin çok daha güçlü olmasına neden olur ki, bu nedenle 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren “sosyal devlet” terimi hayatımıza girdi. Sınıflı bir toplumu kabullenmekle birlikte, geniş halk kesimlerini içine alan ücretli halk kesimlerini kayıran bir devlet…

Bu paradigmanın 20. yüzyılda ortaya çıkmasının türlü nedenleri bulunur elbette, fakat şu gerçek; 20. yüzyılda ortaya çıkan Batının sosyal devleti çalışan sınıfların konforunu 19. yüzyıla göre artırdı. O devlet, kamusal alanı yeniden tarif ederken, çalışan sınıfları piyasa saldırganlığından esirgeyen bir tutum izledi. Eğitim ve sağlığın parasız eşit, erişilebilir ve parasız olmasından, barınma hakkına lojmanlarla çözüm aranmasına kadar bir dizi güvenceyi çalışan sınıflara sağlamaya gayret eden devlet. Mutlaka aksaklıkları var fakat bu hedefleri kabul eden, bu hedeflere ulaşmaya gayret ettiğini iddia eden devlet.

Öyle ya da böyle bu iddia çalışan sınıfların örgütlenmesini kolaylaştırıyor, hayatla bağını kuvvetlendiriyor. Bu iddianın; eğitimin, sağlığın, ulaşımın, barınmanın herkes için hak olduğunun bilincine varan bir toplum egemenlik gücünü çok daha etkin kullanıyor.

Bu haliyle kamu sektörü egemenlik gücünün bu doğrultuda kullanılması için var.

Şimdi, biraz geriye gidelim.

15 Mart 2015… 7 Haziran seçimlerinden 3 ay kadar önce, henüz 8 aydır Cumhurbaşkanı koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan Balıkesir Ekonomi Ödülleri’nde konuşuyor. Gündeminde Başkanlık Sistemi var. Şöyle diyor;

“Sizler bu ülkenin bir işadamı gibi yönetilmesini istemez misiniz? Değerli arkadaşlar benim derdim ne biliyor musunuz: Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir.”

Devletin, yani egemenlik gücüne haiz bir iradenin, anonim şirket gibi, yani yukarıdan aşağı örgütlenen ve hiyerarşinin sınırlarını devletin belirlediği bir irade gibi yönetilmesi… Olacak iş değil fakat itiraz sadece teknik bir sorundan kaynaklanmıyor.

Devletin anonim şirketleşmesi, egemenlik gücünü kullanan hükümetin patronlaşması anlamına geliyor ki son 5 yıldır bunun ağır sonuçlarını yaşıyoruz. Şirket kötü gittiğinde sorumluluğun müdürde olduğu, patronun sorumlu olduğu durumlarda yapacak bir şeyin olmadığı bir tuhaf kamu sektörü…

Bunun çalışmayacağı ortada fakat eğer üstünlükçü bir ideolojiniz varsa, faşizmden hallice, zekâ gerektirmeyen bir dünya görüşünüz varsa, bu biçimde devletin etkin çalışacağını düşünebilirsiniz. Hatta bir süre kendi yandaşlarınızı güç ve para sahibi de yapabilirsiniz. Ama devletin anonim şirket gibi yönetilmesi günün sonunda kamu sektörünün sonunu getirir. Nitekim getiriyor. Cumhuriyet tarihinin en yıkıcı depreminin 3. gününde çadır satıyorsunuz…

Cumhurbaşkanınız ise patronlaşıyor. Sorumluların müdürler olduğu, herhangi bir kamusal sorumluluk hissetmedikleri, bu nedenle başarısızlık nedeniyle istifa da etmedikleri bir tuhaf biçimde yönetiliyorsunuz. Sizlerse birer yurttaştan ziyade başkasının mal ve hizmetine dönüşüp işçileşiyorsunuz. Patron devlet, işçi halk…

Patron zarar ederse kendi zararıdır. Böyle dönemlerde işçilerine para vermesi yüce gönüllülüğündendir. Patron kötü gidişatın sorumlusu olsa bile, yapacak bir şey yoktur çünkü şirket zaten onundur. Bir sorumluluk varsa şirketin yöneticilerinde olabilir. Fakat onlar da başarısızlık halinde kamu sektöründe olduğu gibi istifa etmezler. Özel sektörde istifa başka bir iş bulunca görülür, başarısızlık sonucu şerefi için istifa nadiren yaşanır. Patronu doğrudan hedef alan söylemler, işten atılma nedenidir. Patronu istifaya çağırmak, bir başka şirket için çalışmak gibi bir şeydir.

Erdoğan’ın İslamcı fikirlerinin “patron devlet, işçi halk” çerçevesine yedirilmesi karşımıza neoliberal bir tek adam rejimini çıkarıyor. Böyle bir rejimin halk için olumlu sonuç vermediğini de yaşayarak gözlüyoruz.

O halde, patronun değişmesi yetmiyor, rejimin tümüyle değişmesi gerekiyor. Aksi durum, halk kesimleri için bir kâbus anlamına gelen bu rejimin sadece patronunun değişmesi anlamına geliyor.

6’lı Masa bu zamana dek, bu durumun farkındaymış gibi bir görüntü veriyordu. Bizlere bu zamana dek anlatılan da buydu; önemli olan rejimin değiştirilmesidir, aday tali bir konudur deniyordu. Fakat kamu sektörünü yeniden organize etmek gibi büyük bir iddiaya sahip irade, patronun kim olacağında anlaşamama gibi çelişkili bir durumun içine düştü.