Uğur Kutay ugurkutay@birgun.net

Belli bazı platformları kullanarak kendini internet üzerinden görünür kılmak o kadar varoluşsal bir mesele haline geldi ki, sosyal medya hesaplarının iş başvurularında neredeyse eğitimden bile önemli görüldüğü günlerde yaşıyoruz artık. Oysa ‘sosyal medya’ olarak tanımlanan uygulamalar (Instagram, Facebook, Twitter, Whatsapp vd.) sadece o anda yaptıklarınızı elaleme bildirmenizi sağlayan, kullanıcıları genellikle ‘X’te kahvaltı keyfi’, ‘Güneş, deniz ve ben’ gibi paylaşımlarda bulunduğu için çoğunlukla küçümsenen platformlardı.

‘Sanal kamusal alan’ çok güçlü ve hızlı bir dönüşüme uğradı, kullanıcılarının sadece aşk hayatı ya da yeme-içme tercihlerini paylaşması bugün bizzat bu platformların kullanıcıları tarafından ayıplanır hale geldi. Hastalıklarımız, yakın ve uzak aile bireyleriyle ilişkilerimiz, hayat görüşümüz, politik ve estetik eğilimlerimiz gibi detaylar başta olmak üzere açık ve gizli tüm yönleriyle hayatlarımız birer çevrimiçi varoluş biçimine dönüştü. Toplumsallığımız bile internet paylaşımlarıyla, sanal ortamda katıldığımız imza kampanyalarıyla, Twitter’da patlattığımız sloganlarla belirleniyor artık: İnternetteysek, çevrimiçiysek varız, değilsek yokuz.

Bu öyle tuhaf bir bilişsel-patolojik durum ki, sinemadaki en doğru yansımasını korku filmlerinde buluyor. Henüz ismi konmasa da bir alt-türe dönüşen bu anlatılar arasında yeni-kapitalist Kazak yönetmen Timur Bekmambetov’un yapımcılığını üstlendiği bir grup filmin özel yeri var: İnternete düşen bazı görüntüler yüzünden intihar etmiş bir genç kızın hikâyesi üzerinden ‘zorbalık’, ‘ifşa’ ve ‘linç’ gibi kavramların sanal toplumsallıkta nasıl yeniden biçimlendiğini anlatan Unfriended/Sanalüstü (2014); bu sanal toplumsallığın kimlik hırsızlığından sadistik cinayetlere kadar her türlü suç için nasıl verimli bir uygulama alanı olabileceğini gösteren Unfriended: Dark Web (2018); İslamcı teröristlerin arasına sızmak için sosyal medya uygulamalarını kullanan bir gazeteci kadının kendini hiç de sanal olmayan bir dehşetin içinde bulmasını anlatan Profile (2018); geçen hafta gösterime giren, 17 yaşında bir genç kızın kayboluş sürecini sanal âlemde izlediğimiz Searching/Kayıp Aranıyor. Sadece sonuncusunun ‘internetin olumlu yanları da olabilir’ dediği bu filmler, sanal varoluşun gerçek hayata üstün gelmesinin yaratabileceği kâbusu çok iyi anlatıyor.

Ama bu anlatıların başka özellikleri de var. Mesela bu filmlerde geleneksel beyazperde deneyimi ortadan kalkıyor, hikâyeyi baştan sona perdedeki bilgisayar ekranına bakarak izliyoruz. Bu ekranda sistem açılıyor, sohbet programlarının pencereleri açılıp kapanıyor, google’da arama yapılıyor vs. Yani olayları ekran içindeki ekranın içinde yer alan çok sayıda ekrandan takip ediyoruz. Gündelik hayatının önemli bir bölümünü bilgisayar karşısında geçirenler için bile kolayca alışılabilecek bir şey olmamasına rağmen, bu ‘pencere içindeki pencere içindeki pencere’ler hemen dramatik yapının temel unsuruna dönüşüyor.

Filmlerin bir diğer özelliği, röntgencilik (skopofili) dürtülerimizi sinema tarihinde daha önce görülmemiş bir düzeyde kışkırtması. İnsanların bilgisayar ve telefonlar üzerinden internette neler yaptığını, neler izlediğini, neler yazıp neler konuştuğunu ‘gözetliyoruz’. Bir insanın evine gizlice girip çekmecelerini kontrol ederek öğrenebileceğimizden çok daha fazlasını o kişinin sanal varlığını takip ederek bulabileceğimizi öğrendiğimiz bu seyir deneyiminde özdeşleşme mekanizması izleyiciyi ‘esas oğlan/esas kız’la değil, onları izleyerek hayatlarını kontrol altına alan ‘derin internet’ güçleriyle özdeşleştirecek biçimde çalışıyor.

Söz konusu filmleri izlerken kendimi çok rahatsız hissettiğim anlar oldu, çünkü bu röntgenleme deneyiminden, bu tanrısal görüş gücünün verdiği iktidardan zevk aldığımı fark ettim. Bu rahatsızlık bir yandan iyi bir şey tabii; hiç değilse özdeşleşme sürecinin son aşamasına kadar düşmediğimi, öz kişiliğimle perdede sunulan kişilik arasındaki çatışmaların sürdüğünü gösteriyor. Ama yine de ürkütücü…
Belki patronların/yöneticilerin de çalışanların sosyal medya hesaplarını kontrol ederken/gözetlerken duyduğu bir zevktir bu; küresel kapitalizmin yeni sınıf kontrol mekanizmasında objektifin önünde değil arkasında olmak, arkasında onu da gözetleyen birisi olup olmadığını bilmeden...