Sidney Poitier’in ölüm haberini okuyunca, çığır açan ilk siyahi “en iyi aktör” Oscar’ı dışında başka erdemleri de olduğu için onu yazmadan duramayacağımı anladım. Ama Sidney Poitier’i unutacağa benzemiyoruz zaten. Apple onun için, Oprah Winfrey’in yürütücü yönetmenliğinde bir belgesel hazırlıyor. Bir yıldır üzerinde çalıştıkları bu yapıma Poitier’nin ailesi de katkıda bulunuyormuş.


Bahamalar’da, Cat Island yerlisi bir ailenin oğlu olan Siney L. Poitier, çiftçi annesiyle babasının doğumundan iki ay önceki Miami ziyaretinde, yedi aylık doğdu. Yoksul bir çocukluk geçirdi ve 15 yaşında, asiliğe yatkın olduğu için Miami’ye, ağabeyinin yanına gönderildi. Afrika kökenlilerin çoğunlukta olduğu bir ülkeden, çok ciddi bir ırk sorununun yaşandığı A.B.D.’ye gitmek onun için şok nedeni oldu.

Oyunculuğa ilk kez “Lysistrata”nın Broadway yapımındaki küçük bir rolle adım attı, dikkati çekti. 1949 sonunda, sinema lehine bir tercihte bulundu ve Joseph L. Mankiewicz ‘in yönettiği “No Way Out/Can Düşmanı”nda (1950) Dr. Luther Brooks’u oynadı. Yirmi iki yaşındaydı, yönetmenini kandırıp 27 yaşında olduğunu söyledi. Onun “iyi adam” portrelerinin aksine “kötü adam”lığıyla ün salan Richard Widmark’la ilk kez bir araya geldi. Sonraki filmlerinde de dikkat çekti, beğenildi. Tony Curtis’le başrollerini paylaştığı “The Defiant Ones/Kader Bağlayınca (1958), ona ilk Oscar adaylığını getirdi. Beş yıl sonra ise “Lillies of the Field/Çayırdaki Zambaklar”da (1963) çölde bir şapel inşa etmek isteyen rahibelere yardım eden Homer Smith rolüyle ile En İyi Aktör ödülünü alan ilk siyahi oyuncu oldu. Bunu 2002’deki Akademi Onur Ödülü izledi.

***

Hem sahne ile perdede, hem de Yurttaş Hakları hareketinde faal oldu. “Guess Who’s Coming to Dinner/Beklenmeyen Misafir” (1967) onun siyahlar ve beyazlar arasındaki sosyal engellerin aşılmasına yardımcı olmuş bir filmidir. Ama belki de onu başka filmlerle hatırlarsınız. Özellikle de Lulu’nun şarkısıyla aynı anda akla gelen “To Sir with Love”la, ki geçen akşam TV’de oynamış. Herhalde Doğu Londra’nın ipe sapa gelmez öğrencilerini hizaya sokmaya çalışan öğretmen Mack Thackeray rolü ona, benzer bir rolde oynayan hoca Glenn Ford’a zorluk çıkaran öğrenci Gregory W. Miller’ı oynadığı “Blackboard Jungle”ı (1955) hatırlatmıştır.

Derler ki, Brando, aktörlük mesleğini James Dean ve Montgomery Clift’le birlikte yeniden tanımlamıştı. Ama Sidney Poitier Amerika’yı yeniden tanımladı ve Kara Amerika’nın eşitlik arayışının gerçeğini kişiselleştirdi. 1950 ve 60’ların Yurttaş Hareketi’ni, A.B.D. içinde ya da dışında yaşamış biri, Poitier’nin meslek hayatının önemini inkâr etmez. Aktör, yönetmen ve yapımcı olarak her filmiyle ırkçılığın aptallığının altını çizer sanki.

***

Sinemanın başrol oynayan, onu düşünerek başrol yazılmış ilk siyah yıldızı onun gibi yumuşak, sakin ve yakışıklı Harry Belafonte ile belki de bu sayede çok iyi dost olmuştur. Oyunculuk mesleğinin ardından oyuncu-yönetmen olduğunda, 1972 yapımı “Buck and the Preacher”da o Buck’tı, Belafonte de Vaiz. Yönetmenliğini yaptığı dokuz filmin ilkiydi. Büyük bir stüdyonun siyahi karakterler üzerine kurup, siyahi bir yönetmenle çalıştığı ilk filmdi.

Ailesi Sidney Poitier’ye veda ederken “Bizim için,” demiş, “Sidney Poitier sadece parlak bir oyuncu, eylemci ve inanılmaz incelik ve ahlâkî metanet sahibi bir adam değildi, bağlı ve seven bir koca, destekleyen ve hayran olan bir baba, ve aileyi daima öne alan biriydi... Mirası bütün dünyada yaşayacak, sadece inanılmaz zenginlikteki eserleriyle değil, ondan da fazla insan sevgisiyle bize esin vermeyi sürdürecek.”