Kılıçdaroğlu’nun Salı günü sorduğu sorulara, Erdoğan’dan Pazar günü gecikmeli ama epeyce net ve sert bir yanıt geldi.

CHP lideri sorularını sorarken “Çıtayı yükseltiyorum” demişti. Rest çeken Erdoğan çıtayı daha da yükseltti.

Çıta yükseltmeden kastettiğim; Erdoğan’ın hukuki boyutta 1,5 milyon liralık dava açıp siyaseten de “İspatlarsan ben…

Cumhurbaşkanlığı makamını bırakacağım” diyerek, ispatlayamazsa da Kılıçdaroğlu’nun istifasını istemesi.

İspatlanması istenen iddialar, arkasında kesin bilgi/belge olduğunu düşündüren, detay içeren sorulardı.

Ana muhalefet lideri, “Son derece basit bir soru” diyerek, ağır ithamda bulunmuş ve “Senin çocuklarının yurtdışı hesaplarına gönderdiği milyonlarca dolar hesap var mı?” demişti. “Çıta yükselterek” de iddialarını epey detaylandırmış; “Eniştenin, dünürünün, kardeşinin, eski özel kalem müdürünün, yurtdışında vergi cennetlerinde bir şirkete milyonlarca dolar para gönderdiklerini biliyor musun? ... O gönderdikleri şirketin kuruluş sermayesini de söyleyeyim. 1 Sterlin. Giden para, milyonlarca dolar” diye elinde çok somut bilgi ve belge olduğu izlenimi yaratmıştı.

Soruların adresinin Erdoğan mı, Yıldırım mı olduğu karışsa da, “Hodri meydan” Erdoğan’dan geldi.

Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını izleyen CHP’li bir arkadaşın değerlendirmesini çok kişinin paylaştığını düşünüyorum: “Genel başkan bu kadar somut iddiaları dayanaksız söylüyor olamaz. Bunlar kanıtlanamayacak iddialar olamaz. Kanıtlanamazsa fena halde altında kaldık demektir.”

Çoğu kişi bu iddiaların kanıtlarının Zarrab davasında ortaya döküleceği kanısındaydı.

AKP’nin Zarrab davasına dönük hâlâ da devam eden “öne alma” stratejisi, oradan ne çıkarsa çıksın kamuoyunun bunların komplo ve asılsız olduğunu düşünmesi üzerine kurulu. Dün de, Bekir Bozdağ; “Reza Zarrab dosyası Türkiye’ye tartışmasız bir kumpastır, Türkiye’ye siyasal bir operasyon yürütülüyor” diyerek, “Zarrab’a ‘Ya ölene kadar hapiste kalacaksın, ya da bizim dediklerimizin altına imza atacaksın’ denmiş olabilir; ceza tehdidi ile korkutularak iftiralara imza atmaya zorlanıyor” tezini ileri sürdü.

Gerçekten de, Zarrab davasından ne çıkarsa çıksın kamuoyunun onları mevcut kutuplaşma içerisinde değerlendireceğini öngörebiliriz. Bir tarafta davada ortaya çıkacakları “yabancı işi” ve Türkiye’ye zarar vermeye dönük olarak görenler olacak, öte yanda AKP hanesine ağır suçlar olarak yazacaklar…

“Gerçek-ötesi” kavramıyla Ralph Keyes’in 2004’te yayımlanan “Gerçek-ötesi Çağı: Çağdaş Yaşamda Riyakârlık ve Aldatma” (The Post-Truth Era: Dishonesty and Deception in Contemporary Life) kitabıyla tanışılmıştı. 2016 ortasına kadar alçak profil seyreden kavram, son bir yıldır oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaya ve gazetecilik çevrelerinde tartışılmaya başlandı.

Keyes, “gerçek-ötesi”ni tanımlarken “Bir zamanlar doğrularımız ve yalanlarımız vardı. Şimdi, doğrularımız, yalanlarımız bir de doğru olmayabilecek ama yanlış demeye de dilimizin varmadığı beyanlar var” diyor. Keyes’in “gerçek-ötesi çağı”nda gerçekle yalan, dürüstlükle sahtekârlık, kurgu ve kurgu olmayan arasındaki sınır muğlaklaşıyor. Gerçek-ötesine dayanan aldatma hali bir tür düelloya, oyuna ve son tahlilde alışkanlığa dönüşüyor. İşe de yarıyor, etkili oluyor. Bu nedenle, son yıllarda siyasetin sıkça kullandığına tanık oluyoruz. Ancak, sonuçta “endişeye dayalı kırılgan bir toplumsal yapının inşasına yol açıyor.”

Siyaseten işe yarar görüldüğü için olsa gerek, kavramın en yaygın kullanılan hali de “gerçek-ötesi siyaset” (post-truth politics). Bu yaygın kullanım, siyaseten taşıdığı riski ortadan kaldırmıyor. Son derece köşeli, net, büyük ve iddialı ifadeleri, gerçekle yalan arasındaki sınırın muğlaklaştığı gerçek-ötesi alana koymaya çalıştığınızda, oraya sığmayıp size karşı dönmesi, sizi doğrucu ya da yalancı tarafa düşürmesi kaçınılmaz oluyor.

Erdoğan ve Kılıçdaroğlu arasında gidip gelen iddialar da gerçek-ötesi alana sığmayacak kadar büyük!