Çocuk ölüm haberleri daha fazla insanın canını yakar, geleceğe dair ümidi ve insanın iyiliğine duyulan inancı azalttığı için. Üç yaşındaki Leyla’nın ölüm haberini duyduğumda, her şeyin birbirine görünmez bağlarla bağlı olduğu bu hayatın daha da zehirlendiğini hissettim. Gittikçe güçlenen, her yere yayılan bir zehir. Neden bilmiyorum, aklıma Platonov’un “Çevengur” adlı romanındaki cenaze sahnesi geldi. Ölümü merak eden, tuttuğu balıkların ölü gözlerinden anlamlar çıkaran balıkçı İvanoviç’in cenazesi… Bir gün merakına yenik düşüp kendini denize bırakmıştı, ölüme bir uğrayıp gelecekti. Balıkçıların arasında böylesine meraklı ve saf olanlara sıkça rastlanırdı. Sürekli denizde olmanın etkisi belki de, yaşamın anlamını sorgulamaktan kaçınamaz insan.

Balıkçının bir tek oğlu vardı ardında bıraktığı, küçük Saşa… Çocuk, elinden tutan köyün zanaatkârı ve sonradan üvey babası olacak olan Zahar Pavloviç’e, kadınların mezar başında neden ağladıklarını sormuştu. “Çünkü numaracılar” demişti Pavloviç. Sonradan Kızıl Ordu’ya katılacak bu küçük çocuk, ölü babasının gömleğinin kıvrımlarına tutunup ağlamıştı. Şöyle yazmıştı Platonov o sahneyi anlatırken: “Acısı sözsüzdü, gelecek yaşamın bilincinden yoksun, bu yüzden de avuntusuzdu; öyle üzülüyordu ki babası için, ölü sevinse yeriydi. Tabut başındaki bütün insanlar da çocuğa acımalarından ve kendilerine duydukları zamansız merhanetten ötürü ağlamışlardı, ne de olsa her biri ölecek, her birinin de arkasından ağlanacaktı.”

Romandaki ‘ölü sevinse yeriydi’ sözü, aklıma takılıp kalmıştı. İnsanların cenaze törenlerinde bir parça da kendilerine ağladıkları bilinen bir şeydi, ama ölüleri sevindirecek avuntusuz gözyaşı düşüncesi, aklımı çok meşgul etmişti.

Bugünlerde Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Güney Afrikalı yazar Zakes Mda’nın “Adınla Başlar Hayat” adlı romanındaki ‘profesyonel yas tutucu’ Toloki’yle tanışınca, bütün bu düşünceler zihnime üşüştü. Toloki, kendi kendine bu mesleği icat etmişti. Pek çok toplumda benzer işi yapanlar vardı, ağıt yakması ya da dua okuması için para alanlar, ama Toloki gibi değildi hiçbiri. Toloki, yas tutmayı her şeyin üzerinde görüyordu. Ölüleri sevindirecek kadar avuntusuz bir biçimde gerçek gözyaşları döküyordu arkalarından.

Romanda da küçük bir çocuk öldürülmüştü ve bu ölümün ardındaki gerçeği öğrenmekle görevli kişiye de oralarda Refakatçi deniyordu, onu yaşarken en son gören kişiye… Refakatçi, gerçeklere sâdık kalmak zorundaydı ve o ölümle ilgili bütün gerçeği, düşünce ve duyguları, derme çatma bir kürsünün üzerine çıkıp cenazeye gelen kalabalığa anlatmakla yükümlüydü. Refakatçi, toplanan kalabalığın duygularını incitip incitmemeyi düşünmeden bütün çıplaklığıyla olup biteni anlatıyordu. Hakikatin dile getirilmesinin yas tutmak için ne kadar önemli olduğunu gözler önüne seriyordu Refakatçi. Avuntu, sahte bir şeydi ve her sahte şey gibi etkisizdi.

Toloki, kostüm kiralayan bir dükkândan, uzun parlak bir silindir şapka ve renkli püskülleri olan bir pelerin almış ve bu giysiyi mesleğinin bir üniforması olarak belirlemişti. Neden bu acayip giysiler, neden rengârenk?.. Giysisindeki bu canlılık ve tuhaflık, tuttuğu yası daha hakiki mi kılıyordu?

Psikanalitik açıdan ölen ya da kaybedilen kişinin fiziksel olarak varlığı yitirilse de ruhsal varlığı içimizdedir ve öyle kolay kolay silinmez. Eğer yıkıcı bir özdeşleşme değilse, yas tutmak iyileştirir; yası tutulan kişinin ruhsal varlığı içselleştirildiği için yapıcı ve yaratıcı bir etkisi olur. Freud, ilk başta, yas tutma sürecini, insanın kaybedilen kişiye dair hatıralarla bağını koparma ve yeni bağlar kurma süreci olarak tanımlasa da, çocuğu Sophie’nin ölümünden sonra, kaybedilmiş sevgi nesnesinin, yerine başka bir nesne koyulsa dahi asla terk edilemediğini, kaybedilmiş nesnenin izinin hiçbir zaman silinemediğini yazmıştı. Kaybedilene verilen değer, insanın kendisine verdiği değerle de ilintiliydi. Lacan da, yas tutmayı bir unutma süreci olarak değil, insanın içinde bir anıt inşa etme süreci olarak tanımlamıştı. Ama bütün mesele, tıpkı Mda’nın romanındaki Refakatçilerin yaptığı gibi, yası tutulan kişinin doğru bir biçimde anılaştırılması, hikâyeleştirilmesiydi, başka türlü huzura kavuşmak mümkün değildi. Psikoterapide yapılan şey de buydu bir bakıma, bir refakatçinin eşliğinde anılaştırmanın, Russel Grigg’in bir söyleşisinde dile getirdiği gibi travmatik olmayan bir travmatikleşme içerisinde tamamlanması.

Profesyonel yas tutucu Toloki ile “Çevengur”daki ölümü merak eden balıkçı İvanoviç, uzun bir sohbete daldılar Balıkçılar Kahvesi’nde. Hayat, romanlarda da devam ediyordu.