Yeteneğini fazlasıyla kanıtlamış bir yönetmenin sinemasal şımarıklığa kapılmasının çok örneği yoktur; sinemayı sinema yapan Bergman, Tarkovsky, Angelopoulos, Antonioni, Hitchcock, Kubrick, Ford, Scorsese, Parker, Coppola, Polanski, De Sica, Truffaut gibi onlarca ustanın hiçbirinde ‘pantheon’daki yerini aldıktan sonra kamerayı şımarık bir çocuğun oyuncağına dönüştürme eğilimi göremezsiniz -sinemanın hiperaktif çocukları Orson Welles ve Godard hariç, ki onları da öyle kabul ettik zaten...

Bu alışılmadık davranış biçiminin zirvesini 2003’te başlayan Kill Bill serisiyle ne yazık ki Quentin Tarantino yaptı. ‘Ne yazık ki’, çünkü Rezervuar Köpekleri (1992), Ucuz Roman (1994) ve ilk ikisinin bileşimi ve tekrarı gibi olsa da Jackie Brown’da (1997) yeni binyıla hazırlandığımız günlerin dehşetli gerçeklik kırılmasını hem sinema mirasına sahip çıkan hem de yenilikçi olmayı başaran bir estetikle sunmuş bir yönetmenden söz ediyoruz. Kill Bill işte böyle iyi bir yönetmenin çocukluğunun seyir deneyimleri ve video kaset dükkânının eğlenceli anılarına kapılıp aklına gelen her şeyi yapabileceğini düşünmesinin kibirli sonucuydu. Bu anlamsız aksiyon çorbası hakkında en güzel eleştiriyi o sıralar Stephen King yapmıştı: ‘Narsisistik şey’...

Sorun filmdeki aksiyonda değil, bu aksiyonun anlatı estetiği bağlamında nicelik ve nitelik açısından ‘Tarantino sineması standartları’nın çok altında olmasında yatıyordu -‘sinemadan’ değil ‘yönetmenden beklenti’yle ilgili bir hayal kırıklığı durumu... Bu ‘şımarıklık’ postmodern ‘kopuk film’ Ölüm Geçirmez’de de (2007) kendini belli ediyordu. Sonra neyse ki azalmaya başladı: Soysuzlar Çetesi (2009) ve Zincirsiz’de (2012) o eski Tarantino tadı hâlâ yoktu ama hiç değilse yönetmen ‘Ne kadar kötü ve anlamsız olursa olsun aklıma gelen her şeyi yapabilirim!’ şımarıklığını geride bırakmaya başlamıştı. Nihayet 2016’nın ilk sinematografik sürprizi The Hateful Eight sayesinde eski dost Tarantino’yla tekrar karşılaştım -yönetmenin ‘görmemiş ebeveynin oğluyla ilişkisi’ni andıran Ultra Panavision 70 ısrarı bile bu karşılaşmanın etkisini bozamadı!



Bir cümleyi çıkardığınızda ya da bir cümle eklediğinizde tüm yapısı değişecek bir diyalog akışına sahip olan bu aşırı konuşkan filmin en hoş yanı Brecht estetiğiyle kurduğu ilişkide ortaya çıkıyor. Gerçi ilk filmlerinde de Brechtyen izler bulunuyordu ama Bertolt Brecht’in Marksist bir perspektifle tiyatro estetiği için ürettiği ‘naivete’, ‘epizodik anlatım’, ‘yabancılaştırma’, ‘tarihselleştirme’ gibi belli başlı uygulamaların (bu konuya dair en iyi kaynak olarak Mutlu Parkan hocanın kitabı Brecht Estetiği ve Sinema’ya bakmanızda fayda var) hepsini The Hateful Eight’te net biçimde bulabilirsiniz.
Brecht estetiğini ne kadar bilinçli uyguladığını kestirmek mümkün olmasa da, Tarantino klasik anlatı sinemasını paramparça ederken bu kuramdan daha iyi araç bulamayacağını hissetmiş olsa gerek. Karlı dağlarda bir barakada yolları kesişen bir grup insan üzerinden ABD’nin sosyo-politik durumunu hikâyeleştirdiği The Hateful Eight’in yapısını hem birbirini besleyen hem de her biri tek başına anlamlı olan altı epizod üzerine kuruyor mesela. Bu epizodlar sayesinde film ilerlerken seyircinin algısı karakterlerle özdeşleşmek yerine filmsel anlatının akışına ve olaylara yoğunlaşıyor. Hele dördüncü epizoda eşlik eden öyle keyifli bir anlatıcı dış ses var ki, aynı zamanda yabancılaştırma işlevini de üstleniyor.

Siyah-beyaz ayrımının film boyunca dile getirilme biçimiyse net bir ‘tarihselleştirme’ içeriyor; net ama tam da Tarantino usulü, oldukça naif bir tarihselleştirme... Örneğin özgürlük için Kuzey saflarında savaşmış siyah bir askerin ABD Başkanı Lincoln’den mektup almış olmasının ‘inanılmaz’lığı ile bugün bir siyahın başkan olması arasındaki asimetrik bağı Tarantino şöyle vurguluyor: Baba-oğul iki beyaz muhafazakâra ‘geçiren’ siyah adamın öyküsü eşittir baba-oğul Bush’u yenen Obama...

Brecht bu estetik kuramı sömürülen sınıfların sömürünün farkına varması için bir araç olarak tasarlamıştı. Tarantino böyle sınıfsal bir tavra sahip değil tabii, olması da gerekmiyor; geçen yıl Amerikan polisinin, siyahlara yönelik şiddetini protesto konusunda etkin bir aktivist olması, polis teşkilatını ‘ırkçı bir kurum’ olarak nitelemesi bir Hollywood karakteri olarak Tarantino’yu yeterince değerli kılıyor bence… Ama bu son film durumu daha da güzelleştiriyor: Brechtçi olsun olmasın fark etmez; ne mutlu bize ki Tarantino artık sinemanın şımarık çocuğu değil...