10 yıldan fazla oldu, eşimin bir arkadaşının düğün yemeği vesilesiyle bir orduevine gittik. Havuzun yanında büyük bir masaya oturup servisi beklemeye başladık. İçecekler servis edilirken baktım garson herkesin önüne birer kadeh rakı bırakıyor, “Delikanlı, bu bizim neyimize yetsin?! Bari bir şişe koy masaya da gözümüz doysun!” dedim. Garson “Emredersiniz komutanım!” deyip gitti. ‘Komutanım’ mı?! O günlerde saçlarım uzundu, yani herhangi bir komutana benzetilecek halim yoktu ama bu asker gençler orduevi sınırları içinde herkese böyle davranmak zorunda olduklarından gıkımı çıkarmadım. Garson biraz sonra elinde üstü 70lik rakı şişeleriyle dolu bir tepsiyle geldi, neredeyse masadaki herkese bir şişe düşecek şekilde servis yapmaya başladı. Gülümseyerek “Başka bir emriniz komutanım?!” diyen gencin karşısında öyle mahcup oldum ki anlatamam.

Neyse, bu garson sanki emir erimmiş gibi başımdan ayrılmıyor, bir şey isteyip istemediğimi soruyor sürekli; ben asker gencin tavrından ve “Emret komutanım!” tavırlarından fazlaca etkilenmiş olmalıyım ki, ‘masadakilerin kaderini değilse bile kadehini belirleyen adam’ olmanın verdiği iktidar sarhoşluğuyla iyice kabarıp şişelerden birini kısa sürede tek başıma bitirdim. Sonraki 15 saati hiç hatırlamıyorum.

Ertesi gün öğle üzeri baş ağrısıyla uyandığımda aklımda Avustralyalı askerlerin hikâyesinden başka bir şey yoktu: İki Avustralyalı asker Londra’da bir birahaneden çıkmışlar. Kafalar dumanlı, Londra sisli; askerler nerede olduklarını, ne tarafa gideceklerini bilmiyor. O sırada birahaneye girmek üzere olan birini görmüşler. Adamı görmüşler de kıyafetindeki rütbe işaretlerini fark etmemişler. “Hey, birader!” demiş askerlerden biri subaya, “Burası neresi, biliyor musun?” Subay sertçe çıkışmış: “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?!” Askerler birbirine dönmüş: “Bak, bizden kötüleri var; biz nerede olduğumuzu bilmiyoruz, bu herif kim olduğunu bile bilmiyor!”

Komutanlaştıkça kendimi kaybedip sıradan bir üyesi olduğum masayı yönetmeye kalkışan ben o gün dersimi aldım, rütbenin haysiyeti nasıl düşürdüğünü gördüm (“Le grade dégrade”: Ömer Seyfettin’in bir öyküsünde geçen, sonradan görmelerin ve layık olmadığı makamlara getirilenlerin durumunu özetleyen Fransız atasözüdür).

O gün bugündür kendisine ‘başkomutanım’, ‘başkanım’, ‘reis’ gibi ifadelerle hitap edilmesinden aşırı derecede haz alan, hatta insanları buna özellikle teşvik eden birini görecek olursam ardıma bakmadan oradan uzaklaşıyorum. Böyle insanlar bu iltifatlarla azıcık sarhoş olduğunda kendilerini sadece oturdukları masanın değil komşu masaların da ‘başgan’ı gibi görmeye, bazen o masalara sarkmaya, sonuçta ortamın keyfini kaçırmaya fazlasıyla meyilli oluyorlar.

Muhtar yapsanız mahalleyi birbirine düşürecek, pohpohlanmaktan sarhoş olup “Sen kimsiniz ya?!” diyerek durduk yere komşu mahallelerle kavgaya tutuşacak bu tür insanların garsonları yönlendirdiği bir masada bulunmak istemezsiniz. Böyle biri sizi masaya davet ederse kibarca ‘hayır’ deyip uzaklaşın. Tecrübeyle konuşuyorum vallahi!