Toplum, sağlığını çok hızlı bir biçimde yitiriyor. Bilindiği gibi, sağlığın biri birini tamamlayan iki ana kolu var; beden ve akıl.

Toplum her ikisini de kaybediyor; giderek hiç de kolayca iyileşemeyecek kadar hasta ediliyor.

Kim tarafından ve nasıl sorularının yanıtı ise çok açık: Toplumu uygun deyimiyle hastalıklı bir barut fıçısına çeviren ve hemen her alanda şiddeti toplumsallaştıran AKP-MHP iktidarının yaptıklarıyla.

SAĞLIKÇILARA SALDIRMAK

Doktoru, hemşiresi ve diğer görevlileriyle sağlık çalışanları, insanları yaşatmaya çalışır.

İnsanı yaşatmaya çalışanların, gözü dönmüş kişi ve kitleler tarafından öldürmeye giden bir biçimde saldırı altında kalması; son bir haftada bu saldırıların yoğunlaşması, yıllar boyu bu toplumda oluşturulan yaşam düşmanlığının ulaştığı boyutun büyüklüğünün yeni bir göstergesidir.

Israrla vurgulamakta yarar var: Yok edilmek istenenler, hayvan ve bitki gibi diğer canlılar değil, insanları yaşatmaya çalışanlardır.

Ülkenin sağlık yapılanmasının insan tarafını bir yana bırakan, sağlık çalışanlarını iyice önemsizleştiren, hasta yanlısı görüntüsü altında işlerini zorlaştıran, doktorların, Hipokrat (M.Ö. 460-370) yeminine dayanan en temel ahlâk ve meslek kurallarına göre davranmasını bile engelleyen bir uygulamaya gidilmektedir.

Bu oluşumun arkasını dayadığı bir yapılanma var. Bu ülkenin sağlıkçıları, meslek örgütleri olan Türk Tabipleri Birliği üzerinden sürekli saldırı altındaydı; yer yer görülen sağlıkçılara karşı davranışlar biri birini izlemekteydi; son olaylar aslında bir sonuçtur.

Sağlık emekçileri, son günlerde basında yer aldığı gibi, Saray danışmanı Mariam Kavakçı’nın doktorlara yönelik bir Twitter suçlaması; Dr. Ekrem Karakaya’nın öldürülmesi sonrasında Konya Valisi’nin olaya kayıtsızlığı; aynı ilde bir caminin imamının "boykot yaparsanız öldürülürsünüz" anlamına gelen sözleri ve birçok ilde kitleselleşen sağlıkçılara saldırılar, bilinçsizliğin kitleselleşerek saldırganlaşması, bir büyük bütünün parçaları özelliği taşıyor. Ek olarak, saldırıların yandaş basın-yayın tarafından sürekli biçimde desteklenmesi de, saldırıları, sonu karanlık bir toplumsal yıkıma dönüştürüyor.

Tam da bu sırada Covid-19 salgınının yeniden patlaması ve doktorların silah taşımalarının gündeme gelmesi, gidişi, çok daha ürkütücü kılıyor. Sağlıkçıların yurtdışında çalışma çabalarının çok yoğunlaşması ve iktidarın "giderlerse gitsinler" yaklaşımı da bütün bu oluşumların tuzu-biberi oluyor.

Böyle bir ortamda sağlıkçılara yönelik saldırıların ideolojik boyutunu da içerecek bir biçimde, ekonomik ve toplumsal tüm nedenleriyle araştırılması; bilimsel olarak incelenmesi gerekiyor. Ancak bu, toplumun iktidar tarafından bilinçli bir biçimde bilimden uzaklaştırılmış olması nedeniyle yapılamıyor.

O zaman sormak gerekiyor: Yaşatanlarını yok eden bir toplum kendisi yaşayabilir mi?

YA AKIL SAĞLIĞI?

Fiziksel sağlığını yitiren toplumun akıl sağlığı da, doğal olarak, yok oluyor. Enflasyon ve hayat pahalılığı altında ezilmek, yoksullaşmak, işsizlik gibi ağır ekonomik sorunlar, bireylerde de geniş kitlelerde de yalnız beden değil, akıl sağlığı da bırakmıyor.

Bu genel sağlık kaybı, yine bu hafta yaşanan Osman Kavala’nın bir an önce salıverilmesi konusundaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi-AİHM kararının üçüncü kez, yanlış okumadınız, üçüncü kez, reddedilmesi ve uygulanmayacağının açıklanması ile, bir hukuk sorunu olmasının çok ötesinde bir anlam kazanıyor; iktidarın, toplumun akıl sağlığını da elinden almakta olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Ayrıca, Kavala’nın yargı süreci, yalnız bu ülkede hukukun ve insan haklarının tamamıyla buharlaşmış olduğunu kanıtlamakla kalmıyor; ek olarak, Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaşmasının ve uzaklaştırılmasının da altyapısını oluşturuyor. İktidar, bu köşede de sıkça vurgulandığı gibi, ülkeyi, aslında Avrupa’dan değil, orada geçerli temel insan hakları değerlerden uzaklaştırıyor. Ne yazık ki, Altılı Masa’nın ana akım muhalefeti de iktidarın bu değerlerden uzaklaşma gibi bir büyük yanlışına tam bir tutarlılık ve kararlılıkla karşı çıkmıyor ya da niteliğinin buna izin vermemesi nedeniyle, karşı çıkamıyor.

Geçmişte, okuduğum "Osmanlı’yı Avrupa’nın hasta adamı" sayan yazılar ağırıma giderdi; bu nedenle 1930’lar Türkiye’sinin, ekonomisi, eğitimi, sağlığı, hukuku ve kurumlarıyla eşit Avrupa ülkesi olma çabası ve bu alandaki olağanüstü başarısı, ayrıca, gurur vericiydi.

Şu sırada, ülke içi sağlığını hızla kaybetmekte olan ve Avrupa’dan da uzaklaşan Türkiye, bu kez, hukuku, ekonomisi, bilimi ve dış siyasetiyle, durumu, her gün biraz daha ağırlaşan "küresel hasta adam" özelliği kazanmış bulunuyor.