Yıllarca süren savaştan sonra barışın hayali bile o kadar güzeldi ki, endişelerimizi alçak sesle dahi söylemekten kaçınıyorduk ama…

Bu işin sağlıklı yürümediği de başından beri görülüyordu.

İlk baş; Kürt sorunu gibi devasa bir toplumsal sorun toplumun katılımı olmadan çözülebilirmiş gibi, Çözüm Süreci bir çeşit toplum mühendisliği olarak yürütülüyor…

Görüşmeler kapalı kapılar ardında yapılıyor…

Ne konuşulduğu, ne tartışıldığı, nelerde anlaşılıp nelerde anlaşılamadığı açıklanmıyor…

Ama, bir yandan da, bizlerden işlerin iyi gittiğine inanmamız isteniyordu.

Üstelik; müzakerenin taraflarından yapılan açıklamalar birbirini tutmuyor…

Bir tarafın söylediği diğer tarafça teyit edilmeyince de, söylenenler havada kalıyordu.

•••

Dahası; tarafların kamuoyu önüne çıkan aktörleri bile asimetrikti.

Kürt Hareketi’nin sürece yaklaşımını en yetkili ağızlardan, en etkili kurumlarından işitebiliyorduk ama…

AKP’nin yaklaşımını, bırakın birinci elden, ikinci elden dahi öğrenemiyor…

Ancak, üçüncü sınıf bazı AKP’li milletvekillerinden ya da AKP’nin görüşlerini yansıttığı vehmedilen yandaş gazetecilerden duyabiliyorduk.

Ne zaman gerçekleştiğini bile bilemediğimiz Oslo Görüşmeleri’ni bir kenara koysak dahi, altı yıldır süren Demokratik Açılım, Çözüm Sürecinde…

Abdullah Gül’ün Norşin’e Norşin demesinden, Tayyip Erdoğan’ın gerekirse baldıran zehiri içebileceğini söylemesinden başka bir şey işitmemiştik.

Neticede, AKP, başından itibaren kendisi için bağlayıcı olabilecek hiçbir cümle kurmuyor, süreci sıfırlama imkânını ise hep elinde tutuyordu.

•••

Nitekim öyle oldu.

Tayyip Erdoğan ortada bir masa olduğunu dahi inkar etti, herkesin gözü önünde cereyan eden Dolmabahçe Mutabakatı’nı bile yok saydı…

Dolmabahçe’de HDP’lilerle yan yana dizilenler dahil hiçbir AKP’li itiraz etmedi…
Ve sonuçta savaş yeniden başladı.

Gerçi, son zamanlardaki asker cenazelerinde yaşananlara bakılırsa AKP’nin “Savaş-Seçim-Başkanlık” hesabının tutup tutmayacağı pek belli değil.

Çünkü bu seferki öfkeden AKP de payını alıyor.

Geçen gün Bursa’da AKP’li Sağlık Bakanı’nı “Meclis’te PKK istemiyoruz!” diye kovalıyorlardı.

•••

Ne olursa olsun, savaş demek kan demek, gözyaşı demek, yaralanma, sakatlanma, ölüm demek.

Savaşı siyasetçiler çıkarır, askerler yapar, mağdurlarını ise doktorlar, sağlıkçılar tedavi eder.

Bunu yapabilmeleri içinse hiçbir baskı altında olmadan çalışabilmeleri gerekiyor.

“Silahlı Çatışma ve Diğer Şiddet Durumlarına İlişkin Dünya Tabipler Birliği Kuralları”nda açık olarak belirtiliyor…

Hükümetler, silahlı güçler ve elinde güç bulunan diğerleri, doktorların ve diğer sağlık profesyonellerinin silahlı çatışma ve diğer şiddet durumlarında ihtiyacı olan herkese bakım verebilmesini sağlamak üzere Cenevre Sözleşmelerine uygun hareket etmelidirler. Bu yükümlülük, sağlık personelinin ve sağlık tesislerinin korunması gerekliliğini de kapsar.

•••

Bugünlerde ise tam tersi yaşanıyor.

Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de, Van’da, Bitlis’te, Tatvan’da acil servisler basılıyor, hastanelere Akrep’ler, gaz bombalarıyla saldırılıyor, doktorların kafasına silah dayanıyor...

Bir yandan acil hastaları taşımaları gereken ambulanslarla silah, mühimmat, IŞİD’cilerin taşındığı iddia edilirken, diğer yandan ambulanslar taranıyor, molotof kokteylleri atılıyor.

Savaşın bile bir hukuku varsa eğer, ki olması gerekiyor, yapmayın, etmeyin…

Sağlıkçılara, sağlık kurumlarına dokunmayın efendiler!..

Onlar hepimize lâzım.

Bırakın işlerini yapsınlar.