Bego Demeniz, bu adı almadan seksen sene evvel Demenan adlı mıntıkada yaşardı. Yedi yaşındaki çocuk yaylaya gitmeyi, babasının terkinde at binmeyi, ağaçtan ceviz silkelemeyi, taştan çeşmeye ağzını dayayıp su içmeyi severdi. Bir fırtına geldi, Demenan’ı çelik ordular bastı, bir kafile içinde onu da götürdüler, küçük ellerini bağlamadılar, nüfus vereceklerdi, birden kurşunladılar, sonra suya attılar. Beg ölmedi, suda sürüklendi, Harçik onu bir yerde birden kıyıya fırlattı. Ağzında, dişlerinde, ellerinde polat kurşun iz bıraktı, Beg sakat kaldı. Gidin konuşun onunla, ellerini gösterir size, parmakları birbirine kaynamış. Sakat ellerinin arkasında, sarı ağarmış bıyıkları parlar, tel tel.

Sey Bakıl bir şöfördü, bu satırların sefil yazarına babaydı baba. Dokuz yüz ellilerde, polis durduk yerde içeri almış, bu da dayanamamış, bir polisi dövmüş, emniyette düşün. Polisçiği zor almışlar elinden, yetişmiş aşiret yaşlıları karakola. Bu cesur, bu sinirli, bu iki metre Sey, kaza yaptı bir gün, afat Bolu dağlarında. Kar, kış, donmuş, Sey giderken yolunda, felek bir kamyon gelmiş, çarpmış ona. Bizim oralarda, o an dağda da değil, evin içinde bile hava zemheriydi, kapkara sobanın etrafında biz yedi kardeştik, haber geldi ki Sey Bolu’da yaralanmış, ağladık annem ağlıyor diye, korktuk, babasız kalırız diye. Geçti bir iki hafta, yaş on yedi, atladım gittim Ankara’ya, sabah altıda bir gara indim. Sey, bir hastane odasında, çıktım dördüncü kata, tam adımımı attım içeri ki, içimde birikmiş benzersiz bir özlem, coşku, sevgi ve hasret Sey’e, çakıldım kapıda. O beyaz bir yatakta, hijyen bir ortamda, tertemiz duvarlar içinde, arkasında bir yastık, oturur vaziyette. Baktım bir bacağı yok, yarım olmuş, o yiğit adam, o dağ vücut yatakta üşümüş, çekilmiş. Yanına fırladım, kan benle beynime koştu, saçlarımın kökleri kalktı, sarıldım, ben moral veririm şimdi Sey’e. Birden bağırarak ağladım, vücudum nasıl kasıldı, nasıl bağırdım, ne dedim, ben bile sesimden korktum. Bir bebek gibiyim, inanmam yedisinde Beg böyle ağlamamıştır. Ne bağırdığımı, niye neye ağladığımı hâlâ bilmem. Ben moral verecektim, ben on yedi yaşında. Ben onu kaldırırdım ayağa, yıkıldım, darmadağın, o aldı beni kucağına, okşadı saçlarımı, sildi gözümün yaşını, ilaç kokan atletine düştü iki damla, ‘’Ölmedim bak. Buna şükür, ağlama oğlum. Ben senin ayaklarına kurban olam’’ dedi. Baba babadır, çocuk çocukmuş, öğrendim. Abim geldi, sakalları uzamış uykusuz, amcam Usen geldi, hepsi sarıldı bana. Ağladım, Sey sakat kaldı. Geçen, yirmi dokuz yıl doldu, hoyrat bir hayatın yarısı eder, Sey protez bir bacak taşır sağlam bacağıyla, olmayan bacağı koptuğu yerde hep sızlar.

Bir partizan vardı, ‘’Kirve’’ derlerdi onlara, yoldaş, hewal, dayı gibi, devlet ajanslarında terörist miydi, şaki mi, haydut mu. Doğduğu köyün arkasındaki sisli dağa çıkmadan evvel gitti İstanbul’a, dolaştı mavi deniz kıyısında, vapurların düdüğünü, trenin çuf çufunu, martının cayırtısını duydu. Döndü, işsizdi, yalnızdı, hınçlıydı tarihe bile, dağda bir militan oldu, iki yıl sonra bir çatışmada vuruldu, sol ayağı sakat, kod adı Lenko oldu. DGM yıllarıydı, kalemdeki memurlar ne zaman Lenko’nun havalisinde bir hadise patlasa, bana alttan bakarak, ‘’Yaw ölmedi mi o? Şu hale bak, bir sakat tek devlete meydan okuyor, hem de kaç yıldır’’ derdi. Lenko sonunda makinelilerin gırgır ettiği bitimsiz bir çatışmada vuruldu, sisli dağa çıkalı tam yedi yıl dolmuştu. Yüzü pürüzlü mü düz mü, sesi acı mı tatlı mı, saçı uzun mu kısa mı, kurşunlanmış bacağı ağır mı hafif mi, her ahvalini anlatan gölgedeki hikâyesi bir gün yazılır belki.

Hayatımda çok sakat gördüm. Avukattım, mayından sakatlananları, gözleri kör olan çocuğu, ‘’Ben de istiyorum ki yemeğimi kendim yiyem, suyumu kendi ellerimle içem’’ diye ağlayan genci dinledim. Bin derece ısıya sebep olan sinsi bombayı, panzer içinde elleri eriyen erleri gördüm, hikâyelerini de dinledim üstlerinden. Milletvekiliydim, dolaşırken Ankara’da, örgütün mayınına basıp iki bacağını kaybeden, bir ömür sandalyeye mahkûm dal gibi çocuklara rastladım. ‘’Sizin orda mayına bastım. Kalan Mercan’da başıma geldi bu felaket’’ diyen gazileri, gencecik çocukları seyrettim. Bazılarının yanında küçücük çocukları da vardı, bazen tekerlekli sandalyeyi onlar itiyordu. Kin tutmuyorlardı, tepeden tırnağa yaşlılığın derin izleri, yıllarca düşünmenin, ağır ağır yıllanmanın belirtileri vardı ellerinde, yüzlerinde, gözlerinde, hele seslerinde, gencecik bedenlerine inat. Ses yaşlanır mı deme, mayın da, bomba da yorgunlaştırmıştı dillerini. Sakattılar, her yüreğe saçtıkları yalnızca kederdi.

Ankara Garı’nda Maviş, Erol, Ali, Mesut, İdil, Şebnem, adsız-sansız yüz üçler, yara aldılar, sakat kalmadılar, öldüler. Kulakları sağır, gözleri kör, yüzü, eli, kolu, kanadı, lifi sakatlanmış çokları kaldı geride, hepsi gencecik, yüreklerimiz sızlar, saçlarımız kökünden kalkar, kan damarlarımızda hiç durmaz, beynimiz zonklar. Kim yazacak hikâyelerini, sızlayan yerlerini, ya ellerini, kollarını?. Kelime bulunmaz ki, onlar için.